Çarşamba, Aralık 23, 2009

DİVANYOLU

Her şey okul projesinde Divanyolu'nu seçmemle başladı. Fotoğraflarını çekmek ve hakkında bilgi toplamak üzere ilk gün Buyçe'yle birlikte Sultanahmet'e gittiğimizde aradığımızı bulamamış ve yeterli bilgiye sahip insanlarla görüşememiştik sonra oturduğumuz yerdeki çalışanlar bize Les Arts Turcs adında yerel bir kültür merkezi olduğunu ve en iyisinin, Les Arts'ın başkanı olan Nurdoğan Şengüler'le görüşmemiz olacağını söylediler. Aynı gün oraya gidip Nurdoğan beyle konuştuk, çeşitli kültürel-sanatsal etkinlikler ve geziler düzenleyen, daha çok fotoğraf üzerine eğilen bir kültür merkezi. 13 Aralıkta bu yıl ikincisi düzenlenecek olan İstanbul temalı fotoğraf yarışmasından ve haklı olarak yarışmaya katılanların neden yabancı olmasını tercih ettiğinden bahsetti. Buradan katılanların onu yarı yolda bırakmaları ve beklenildiği gibi çalışmamaları, yeterince emek vermemelerinden ağzı yandığı için yarışma için böyle bir kriter getirmişler. Bana yarışmaya katılamayacağımı fakat eğer gerçekten çalışır ve iyi bir iş çıkarırsam galada çektiğim fotoğrafları sergileyeceklerini söylediler. Birbirimizi anladık, istediği tek şey; lakayt olmayan, üzerinde çalışılmış, emek verilmiş bir üretimdi. Uzun bir süre detaylarını anlattı, kapıdan çıktığımda elimde kendi aylık yayınları olan Sultanahmet dergileri, geçen senenin fotoğraf yarışması afişleri, cdler, kafamda bir sürü fikir ve içimde büyük bir heyecan vardı. Bu benim için hem önemli bir tecrübe hem de yurtdışından gelen profesyonel fotoğrafçılarla tanışmam, bu alanda bir yön çizmem için başlangıç adına iyi bir fırsattı. Böylece yaklaşık iki ay boyunca haftada birkaç defa yaptığım Divanyolu ziyaretleri başlamış oldu. Turistik bir merkez ve yerel halkın buluştuğu bir yer olması sebebiyle farklılıkları aynı kadraja sığdırabildim. Esnaf ve seyyar satıcılar daha önce hiç karşılaşmadığım kadar sıcakkanlılardı. O süre boyunca çektiğim fotoğaflar bir gününü anlatır nitelikteydi Sultanahmet'in. Tramvayıyla, turist avlamaya çalışan garsonlarıyla, hafta sonları akın eden turistleriyle, melodika çalarak para toplayan çocukları, mendil satan ihtiyarlarıyla, Çeberlitaş'ı, Ayasofya'sı, kütüphanesi, yanında yatanlarla zıt görüşlere sahip ama onlarla aynı yerde uyuyan Şeyh Bedrettin'i, her gün farklı insanları, farklı karakterleri üzerinde buluşturan kaldırımları, dinamizmi ve karanlık çökerken rengarenk parlayan haliyle... Bunun için uğraşırken keyif alıyor olmam, ne yolu gözümde zorluk haline getirmeme izin verdi ne tekrar tekrar çekilen ve düzeltilen kareleri. Gala için hazırlıklar son hızla devam ediyordu, dünyanın farklı ülkelerinden yarışmaya katılacak olan yüzlerce fotoğraf önce halk jürisi karşısına çıktı sonra aralarında Ersin Kalkan'ın da bulunduğu gazeteci ve fotoğrafçılardan oluşan asıl jürinin karşısına. O sırada davetiye için tasarım yapılıyor, logolar ayarlanıyor, davetli listesi çıkarılıyordu, tüm bu gelişmeleri hep birlikte yaşarken imece usülü çalıştık, kim neyi yapabiliyorsa...Nurdoğan bey elime kağıt kalem verip davetiye için bir yazı yazmamı istedi, beğenildi biz de onu kullandık, diğer çalışanlar gala gecesi için detayları organize ettiler vb. Nitekim en sonunda tüm bu yorgunluğun ardından -ki en küçük şeyleri bile düzeltmek, ortak bir amaç için bilfiil çalışmak sonunda gelen ''işte şimdi güzel oldu'' hissini kuvvetlendiriyor- 13 Aralıkta Binbirdirek Sarnıcı'nda, derece ve mansiyon alan fotoğrafların sahiplerinin, kültür bakanının, yurtdışından ve buradan çeşitli sanatçıların katılımıyla gala gerçekleşti. Hem hava koşulları hem izdihamdan kaçınmak istedikleri için çok büyük bir kalabalık yoktu ancak yine de her şey keyifliydi. Perdede üzerinde o kadar çalıştığım ve heveslendiğim slayt gösterisi halindeki sunumumu görmek de çok güzel bir histi ve o ana kadar olan her şeye değdi.


Emel PİLAVCI
> Grup 2 <

Pazartesi, Aralık 21, 2009

Ütopya

Dönemin yönetimsel haksızlıklarına, sınıf egemenliğine, paranın azınlık tarafından kazanılıp, büyük çoğunluğun fakirlik içinde yaşaması gibi sorunlara karşı bir model öneren, dönemin düşünen ve cesaretli beyinlerin oluşturduğu modellerdir ütopyalar. Bu noktada ütopyaların önemi doğruluğu yada yanlışlığından çok model teşkil etmelerinden geçmektedir. Her bir modelin (hayalin) kendi içerisinde tutarlı olan olmayan, uygulanabilir olan yada olmayan yönleri bulunmaktadır. Platon benzer bir çalışmayı çok önce "Republic" eserinde ortaya koymuştur. Bu ve benzer çalışmalar kuramsal olarak bugünkü sosyalizm kuramının ortaya atılmasında önemli rol oynamışlardır. Sınıfsız ve parasız bir toplum hayali daha sonraki kuşakların da oldukça ilgisini çekmiş ve nihayet Karl Marx "Das Kapital" ile bu modellerin kuramsal ve ekonomik alt yapısını oluşturmuştur.

Okuduğumuz Colombus ve Bartolome metinleri ile ütopyacılar arasında bağlar bulunmaktadır. Colombus sayesinde yeni bir kıta ile karşılaşan Avrupalılar bu kıtadaki yaşam ile ilgili bilgilere ulaştıkça başka bir dünyanın gerçekleşebileceği ile ilgili fikirlerini daha güçlü savunabilir hale gelmişlerdir. Zira Colombus'un günlüğü ve mektubunda adalardaki insanların mülkiyet kavramının olmadığı, Krallar yada büyük otoriteler tarafından yönetilmediği, insanların altın, para yada mücevher gibi şeylere değer vermedikleri ve diğer yandan da büyük bir alçak gönüllülük ve mütevazılık içinde beraberce yaşadıkları anlatılmıştır. Bu bilgilerin Avrupa'daki aydınları etkilemiş olması kaçınılmazdır.

Ütopyalardaki toplum fikri bir mutual bir yaşam fikrinden gelişmektedir. Bu noktada bazı kuralların olması normaldir. Bu kurallar bireyin çıkarından çok toplumun çıkarına hizmet etmek amacı ile konulmaktadır. Bize uyan uymayan, tutarlı olan olmayan yada insan "doğasına uymaz" dediğimiz noktalar olabilir ( "insan doğası" kavramı da oldukça tartışmaya açık bir konudur.). Zaten bu hayallerin mükemmel olmasını beklemekte komik olur. Önemli olan yakılan ateşin büyümesine katkıda bulunmaktır. Belki bu sayede daha doğru sistemlerin kurulabilmesi için gerekli iradeler sağlanabilir.


Emrah Kara


> Grup 2 <

Pazar, Aralık 20, 2009

>>>Poster Harita Ödevi ( Grup 3 )

Tarihten günümüze dönüşüm geçirmiş yirmi yedi mekandan biri seçip yola çıktık.Kitapları karıştırdık, insanlarla konuştuk, fotoğraflar videolar çektik ve girmediğimiz delik kalmadı mekanımızın hikayesini anlamak için.Sonunda sizlerle sadece ufak alıntılarını paylaşabildiğimiz bu yazılar çıktı kendi tecrübelerimizden.




Can KANDARA-Tekfur Sarayı

“Tekfur aslında Ermenice bir sözcük, taç taşıyan anlamına gelmekte. Blakherbai saray kompleksinin en yüksek tepesinde bulunduğu iddia edilen bu sarayın İstanbul’un fethinden önce de kullanılmış olma ihtimalide çok yüksek...Tekfur Sarayı’nı araştırma ödevim olması itibari
ile iki kez ziyaret edebildim. EdirneKapı Metrobüs durağından indikten sonra surlarin kenarından Eğrikapı’ya doğru yürüyüp Avcıbey Spor Tesisleri ile karşılaştım. Aslında tek bir top sahası ve kıraaathaneden oluşan bu yer Tekfur Saraı’nın bitişiğinde yer alıyor. Kamerayla dört tarafı kapalı olan bu saraı çekmeye çalışırken yine Tekfur Sarayı’nın güney cephesinde parkta oynayan çocuklardan biri bana ısrarla ‘hello hello’ diyordu...”






Nergis USLU-Kalenderhane

“Yaklaşık 1500 yıllık bir geçmişe sahip bu mekan, bugüne kadar içinde birbirinden çok farklı insanları barındırmış ve tabii onu her kullanan tarafından da değiştirilmiştir. Bizanslılar kullanıyorken bir kilise olmuş, Latinler gelince farklılaşıp Katolik kilisesi olmuş, sonra onlar gidince de eski haline geri dönmüş, sonra Osmanlı’nın eline geçince dönemin (ve sonrasının) en ilginç gruplarından birine ev olmuş, sonra Camii olmuş, başına kötü şeyler gelince (deprem, yıldırım gibi) önce tamir edilmiş sonra boş verilmiş, sonra tekrar hatırlanmış aynı anda hem camii hem müze olmuş, tabiri caizse çok şey görmüş geçirmiş bir İstanbul mekanıdır Kalenderhane.”






Yasin DOĞAN-Büyük Saray

"Bizans İmparatorluğuna ait en önemli
yapılardan biri de hiç şüphesiz zengin mozaik betimlerine sahip Büyük Saray kompleksidir. İmparatorluk Sarayı ya da Kutsal Saray olarak adlandırılan yapı ilk kez İmparator Konstantinus döneminde (324-337) inşaa edilmiştir. Saray oldukça geniş bir alana yayılmaktaydı. Ana girişi Ayasofya tarafındaki, Konstantinus'un annesi Agusta Helen'e adanmış sütunlu bir avlu tarafında olduğu bilinmektedir. Bu kısımda kapılar ve odalar altın kaplama olduğu için “Chalke” ya da “Bronz Kapı” olarak adlandırılmıştı. Saray teraslar üzerinde değişik fonksiyonlu binalardan oluşmaktaydı. Burada; hizmetçilerin bulunduğu alanlar, mutfaklar, yatakhaneler, zindanlar, polo sahası, tören salonları, özel stadyum ve havuzlar, kiliseler, hayvan barınakları yer almaktaydı."




Harutyan DALGA- Arap Camii

“Diyanet İşleri Bakanlığı’nın verdiği bilgiye göre Türkiye’de 79.096 camii var. En çok camii olan şehirlerimiz sırasıyla İstanbul, Konya ve Karaman...Arap Camii bu camiiler arasında İstanbul’da en eski camii olma özelliğine sahiptir. İstanbul’un Galata semtinde Tersane Caddesi, Galata Mahkemesi Sokak’ında bulunan camii aynı zamanda Galata yakasının en büyük camiisidir. Büyüklüğü nedeniyle Cami-i Kebir de denir. Hırdavatçıların ve eski dükkanların arasında kalan bu camii yoldan geçenlerin farketmesi nerdeyse imkansızdır....Çocukluğum Perşembe Pazarı civarında geçti. Babamın Perşembe Pazarı’nda metal, çinko ve aliminyum işlerinin yapıldığı bir dükkanı vardı. Hafta arası okula gider, hafta sonu ise dükkana giderdim. Bu proje sayesinde eski günlere geri gitmek ve o hatıraları tekrar canlandırmak eşsiz bir tecrübe oldu.”


Cansu BAŞLILAR- Topkapı Sarayı, Harem

“Topkapı Sarayı, Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştır. Dolmabahçe Sarayı yapılana kadar devletin idare merkezi ve Osmanlı sultanlarının resmi ikametgahı olmuştur. Padişahların Dolmabahçe Sarayı, Yıldız Sarayı ve diğer saraylarda yaşamaya başlamasıyla boşalan Topkapı Sarayı’nda diğer görevliler yaşamaya başlamıştır. Topkapı Sarayı’nın ilk defa müzeymiş gibi gezilmesi Sultan Abdülmecit dönemine rastlar. Sarayın halka açılması da Atatürk’ün emriyle gerçekleşmiştir. Kelime anlamı olarak tabu, yasaklanmış anlamına gelen “harem” sözcüğü İslam toplumunda giderek aile kavramı için k
ullanılmıştır. Harem, sultanların ailesi ile birlikte yaşadığı yer olmakla beraber 16.yy’dan 19.yy başlarına kadar çeşitli dönemlerin üslubundan örnekler içeren, mimarlık tarihi açısından son derecek önemi bir komplekstir...”

Burcu HALAÇOĞLU YEŞİL- Çemberlitaş

"Çevresinde yaşayanların çoğunun
Dünya’nın merkeziymiş diye tanımladığı Çemberlitaş, (şimdiki haliyle semtin adı) bir forum ve ortasındaki sütundan ismini almıştır. Dikildiği tarih M.S. 328’ten bu yana Çemberlitaş’ın başına gelmeyen felaket kalmamış ve bu felaketlerin sonunda sık sık onarım çalışmalarına maruz kalmıştır. Onarımlar esnasında zaman zaman yapısı değiştirilmiş zaman zaman da yalnızca tamir edilmiştir. Neredeyse 1700 yıldır ayak durmaya çalışan sütun zamanın ve felaketlerin yıpratmasının yanı sıra hatalı onarım çalışmaları sebebiyle de büyük hasarlar almıştır. Çemberlitaş ile ilgili pek çok söylenti var. Çeşit çeşit söylentisiyle, bitmeyen tadilatıyla, reklamıyla, bürokrasiyle, rant ve turizm kapısı olarak Türkiye’de tarihsel bir anıt Dünya’nın Merkezi: Çemberlitaş."





Eyüp Emre UÇARAY - Küçük Ayasofya




"Yapıldığı yıldan beri hep bir adım geride kalan Küçük Ayasofya mevcut siyasi otoritelerin hep oyun alanı olmuş tarih boyunca. Yapı olarak olmasa da mevki olarak Hıristiyanlık öncesi çağlara uzanan bir tapınak alanı olarak karşımıza çıkmış. Dinlerin birbirlerinden bıçak gibi kesilip ayrılmadığını, belirli ritüellerin insanlar tarafından hep taşındığının ve taşınacağının ayaktaki canlı kanıtıdır. Üzerinde tarih boyu devam eden mücadele halen devam etmektedir. Yenileme çalışmaları için kaynak aranırken, yani 2000’li yılların başlarında Küçük Ayasofya eski günlerini aratmayacak savaşlara sahne olmuştur. Şu an için Caminin Külliye Kısmı Hoca Ahmed Yesevi Vakfı tarafından el sanatları merkezi olarak işletilmektedir.Küçük Ayasofya Camii Fatih ilçesinde Cankurtaran ile Kadırga semtleri arasında Eski Marmara Surlarının güney kısmına yaklaşık 20–25 m. mesafede yer almaktadır. 324 yılında Costantinus Sasani Prens’ine topraklarında Hormisdas Saray’ına sığınma hakkı verir. Daha sonra tahta geçen İmparator I. Iustinianos Hormisdas Sarayı olarak bilinen Büyük Saray’ın yakınında ve Havari Petrus ve Pavlos adına yapılmış bazilikanın bitişiğinde, planı gene bu yapı örnek alınarak hazırlanmış bir kilise inşa ettirir. Kaynaklarda Havari Petrus ve Pavlos adına bir kilise bulunduğu belirtiliyorsa da günümüzde bunların yerlerini tam olarak belirleyen hiçbir kanıt yoktur. Ama I. Iustinianos inşa ettirdiği yapı hala ayakta durmaktadır."

Cuma, Aralık 18, 2009

Hezarfen Ahmet Çelebi

17. yy.da yaşamış bilim adamlarından Hezarfen Ahmet Çelebi ve onun yaptıklarıyla,hikayesi bana hep çok ilgi çekici olarak gelmiştir.
Bazı kaynaklara baktığımızda ,ilk uçan adam olan Hezarfen Ahmet Çelebi'nin,çağından yüzyıllarca önce aynı düşünceyi gerçekleştirmek isteyen Türk bilgini İmam Cevher'i örnek aldığı yazmaktadır.Ayrıa Hezarfen Ahmet çelebi'nin Leonardo Da Vinci'nin kuşlar üzerine yaptığı çalışmalardan ilham aldığı yazmaktadır.Çelebi ilk ''uçan'' insandır.Trafik sorunun olmadığı bir dönemde ,''ilkel''şartlar altında,Galata Kulesi'nden kuş kanatlarına benzer bir araçla kendini boşluğa bırakan Hezarfen Ahmet Çelebi,ilk zamanlar dönemin padişahları IV.Murat tarafından çok takdir edilse de,bilime olan merakı ve kendini geliştirme aşkı yüzünden sürgüne yollanmış ve orada da vefat etmiştir.
Hakkında kısıtlı bilgilere sahip olunan Hezarfen Ahmet Çelebi'ye olan hayranlığımın bir diğer nedeni ise;okumayı,düşünmeyi,araştırmayı(başka ülkelerin bilim adamları ve sanatçılarını merak etmesi) pekte fazla sevmeyen Türk insanlarının içinde olmasına rağmen merakını bastırmayıp,evinde sürekli deneyler yapması ve farklı bilim adamları ve sanatçıların yapıtlarına(Leonardo Da Vinci,İmam Cevher vs..)olan ilgisidir.Günümüzde bile varlığını küçük yaşlardan sonra kaybettiğimiz ''aman öğrensek ne olucak ya da ne değişecek ki''diye bastırdığımız ''merak''duygusuna Çelebi had safhada sahiptir.O yıllarda ki,o ilker şartlara rağmen,kısıtlı kaynakları kendine ışık olarak kullanması,merak duygusunun var olması ve bunu törpülememesi(merakı yüzünden sürgün edilip,sürgüne gittiği yerde vefat etmesine rağmen),başarısız denemelerinden sonra bile vazgeçmemesi ve bir ilki (uçmayı)başarması,kendine yeni bir şeyler katmak adına evinde kendi kendine deneyler yapması Hezarfen Ahmet Çelebi'ye olan hayranlığımı kat kat arttırmıştır.

Işıl ARIN
> Grup 4 <

Obama the Kukla

Günümüzün hükümdarı mükemmel bir kukla olabilmeli. İpleri oynatana ses çıkarmadan boyun eğebilmeli öncelikle. Peki bu kuklayı topluma nasıl sunmalı?

Medya avucunda olmalı. Bugün büyük kitlelere ulaşmanın tek yolu buradan geçer ve propagandanın en sıkı dostudur medya. Eğer medyayı iyi kontrol ederseniz, toplum da emrinizde olur. (1) halkla ilişkiler uzmanı olmalıdır, hitap şeklinden oturmasına, sunduğu imaj mükemmel olmalı, bir Hollywood yıldızı edasıyla hareket edebilmelidir bu kukla. İmaj herşeydir ve bu çok çeşitli dünya toplumunda Yahudi, Müslüman herkese hitap edebilmelidir. İsim bile önemlidir. Barack Hüseyin Obama sadece adıyla bunu başarmıştır. (2)

Aldatma üstadı olmalıdır bu kukla ve yarattığı yanılsamayı inandırıcı kılmalıdır yaptıklarıyla. Tükendiği iddia edilen doğal kaynak kullanımından alternatif (joetermal, güneş, su, rüzgar) enerji kullanımına yönelmelidir. Herkesten daha “yeşil” bir yaklaşım olmalıdır bu gezegene ve uzaya taşmalıdır. ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’nden (NASA) daha başarılı bir idaresi olmalıdır. Buradaki tükenince oradakinin tekeli onun elinde olmalıdır. Savaşlardan ve ölümlerden bıkmış bu dünyada s,lah ve savaş sanayisinde yalınlaşma olmalıdır izlediği politika.

En önemlisi insanlara özgürlük sunmalıdır, çünkü özgürlük insanın temel taşıdır ve özgürlüğü aramak ve soruşturmak insan evriminin merkezidir. (3) her insanın yaşamaya, su içmeye ve bu havayı solumaya ihtiyacı vardır. Fakat daha da öenmlisi bilgiyi elinde tutmaktır. İnsanları kendi hayatlarının üstündeki kontrolden men etmenin yolu budur. (4) Kontrolü kendinde olmayan eninde sonunda teslim olur.

Kaynaklar:

1: Noam Chomsky, Media Control – The Spectacular Achievements of Propaganda 2. Edition An Open Media Book, Seven Stories Press / New York, sayfa:11-13

2: Barack: Hebrew word “Baruch” www.nameroots.info/search.php Hüseyin: Müslüman ismi Obama’nın ise İngiliz misyonerlerinin Afrika’da edindiği bir isim olduğu rivayet edilmekte

3: Noam Chomsky, Goverment in the Future – Open Media Series, Seven Stories Press, sayfa:10-11

Von Humboldt, Limits of State Aetron, bölüm:8 sayfa:76

4: Noam Chomsky, Media Control The Spectacular Achievements of Propaganda 2. Edition

An Open Media Book, Seven Stories Press / New York, sayfa:10 - “Public must be barred from managing of their own affairs and the means of information must be kept narrowly and rigidly controlled.”



Suzin AKALAN

> Grup 1 <

B612'den Dünya'ya

İçine iki Dünya Savaşı sığdırabilmiş bir yüzyılın çocuklarıyız biz.İnancın terörle birlikte anıldığı bir ortamın havasını soluduk.Bugün benim yaşlarımda olanlar henüz bebekken yüzleştiler nükleer sorunuyla.Silah markalarını, patlayıcı adlarını daha iyi bilir olduk oyun adlarından.Çocukları vurulmuş, çocukları öldürülmüş, çocukları asılmış bir ülkenin kaosunun gölgesinde, içlerindeki çocuğu öldürerek büyüyen sözüm ona "indigo"larız hepimiz.İndigonun bar, kirlenmenin de "güzel" olduğu bir dönemde meziyet sahibi bir lider bulmayı hayal sanırdım.Pek de akıllı olmayan hayalgücüm dahi lider kelimesinin yanına yakışabilecek sözcükleri bulamıyordu öyle ki. "Dürüst Lider" olabilir miydi? Ortadoğu'dan çekileceğini açıklayıp ilk yatırımını orduya yapan "Siyah Adam" olmasaydı belki...Ya "Cesur Lider"? Lezbiyen kızını reddetmek yerine arkasında durabilseydi "biri", tıpkı kan dökerken koltuğunda durabildiği gibi...Tam da bu umutsuzluğun içinde kaybolup "Lider"i otobüs firması olarak kaydetmek üzereyken hatırladım yıllar önce tanıdığım gerçek bir önderi Le Petit Prince nam-ı diğer Küçük Prens'i.

Küçük Prens (Le Petit Prince) (1) Antonie De Saint Exupery’nin Almanya’nın Fransa’yı işgal etmesi üzerine gittiği Amerika’da yazdığı kitaplarından biri ve de adanıdan en çok söz ettireni. Kendisi bile başlı başına “ideal” örneği olan Küçük Prens’in tilki ile yaptığı konuşmada geçer benim aradığım cevap.Küçük Prens’e kendisinin niçin evcilleştirmesi gerektiğini anlatırken şöyle der tilki: “Sadece ecilleştirdiğin kişiyi anlayabilirsin. İnsanlarınsa hiçbirşeyi anlayacak vakitleri yoktur.(...)Sözgelimi sen şimdi benim için yüzbinlerce oğlan çocuğundan birisin.Ne senin bana gereksinimin var ne de benim sana.Ben de senin için yüzbinlerce tilkiden biriyim.Ama beni evcilleştirirsen birbirimize gereksinim duyarız.Sen benim için dünyada bir tane olursun ben de senin için.(...)Gülünü bunca önemli kılan uğruna harcadığın zamandır.”

Yöneticisi olan toplumların ihtiyaç duyduğu “ideal lider” formulü de bu bence:evcilleşmiş olması.Geldiği yere ait ve laik olması...Bir lider halkının tamamına aynı mesafede durabiliyor ve tamamının hayatından ne eksik ne fazla kendi hayatı kadar endişe duyabiliyorsa, bir işe imza atarken ya da o işi seçerken seçilmiş ve özel biri olduğunun bilincinde hareket edip kendisini seçenlerin de özel olduğunu unutmadan yaşayabiliyorsa işte o vakit gerçekten “lider” olur.Ancak böyle bir durumda mümkündür Had Gadia’nın (2) bir parçası olmamak,düzene uyup kirlenmemek, dünyanın bir yanında çocuklara bayram hediye ettiği için böbürlenilirken diğer yanında döneminde verdiği sürgün kararlarıyla diktatör olarak anılıp aynı sebeple Küçük Prens diye bir kahraman yaratılmasına sebep olmadan (3) herkes için eşit olabilmek.Ego var oldukça kolay olmayacaktır tabii ki bu kadar törpülenmek.Ancak tilkinin de dediği gibi; “insan evcilleştirmeyi kabul etti mi, biraz gözyaşını da göze almalı?"



Kaynaklar:

1: www.kucukprens.org Erişim Tarihi:02.12.2009

2: Had Gadia üzerinde var olan tartışmalara rağmen genellikle İsrail'e ait olduğu kabul edilen bir çocuk şarkısıdır.El Kavretiko olarak da bilinir.Dinlemek için; http://www.vidivodo.com/172105/free-zone-had-gadya

3: (Y.N):Küçük Prens'te B612'yi keşfeden Türk "diktatör" Mustafa Kemal, B612 ise Mustafa Kemal'in Türk Tarih Kurumunu kurmasına vesile olan ve araştırılmasına dair yazılı emir verdiği Kayıp Mu Kıtası(Atlantis)dır.
Hale BAYRAK

> Grup 1 <

Prens

The Prince, Machiavelli’nin, Medici Ailesi’nin Floransa’daki hakimiyetini artırması ve gücüne güç katması için bir yol gösterici olarak kaleme aldığı bir eser. Machiavelli’nin çok keskin hatlarla çizdiği The Prince portresinde, onun ülkesinin güç ve dengesini koruyabilmesi için gerekli olabilecek her türlü acımasızlık ve ahlaksızlığın meşruluğunu ortaya koymuştur.

15. yy.da en güçlü olma hevesiyle dini kullanarak müslüman-yahudi soykırımı yapan Kral Ferdinand kimliğindeki prensin siyaset anlayışı, bügün de aynen varlığını sürdürmektedir. İktidarı ellerinde tutanların rejimlerini devam ettirebilmek içinher türlü yolun mübah olduğu yönündeki Makyavelist anlayışları, aslında dünyanın dengesini bozmakta ve insanlığı kasıp kavurmaktadır. Evanjelist inancına sahip Bush’un kendisini Tanrı tarafından görevlendirilmiş bir elçi sıfatıyla görüp meşrulaştırdığı Irak katliamı buna en iyi örnektir. Makyavelist anlayış, ABD-İsrail ikilisinin dünya üzerindeki işaretleri meşrulaştırırken de bir günah babası olarak apaçık kendini ortaya koymaktadır.

Bir prens onur sahibi olmalı, cesaret, , dürüstlük örneği göstermeli evet; ama kendi çıkarları uğruna soykırım icra eden bir anlayış ne kadar onurlu bir davranış sergilemiştir acaba? Prens’in onuru sadece kendi milletinin çıkarları söz konusu olunca mı devreye giriyor acaba? Dünyanın küreselleştiği, post-modernizmin geçerli olduğu şu dönemde, çağımız prensinden beklenen kucaklayıcı olmasıdır din, dil, ırk gözetmeden. Temelde insan olmanın, özelde lider olmanın gereği olan prensin adaleti, sınırları aşarak kuşatmalı bütün alemi. Sergilediği tutarlı davranışları ve özüyle sözünün örtüşmesiyle bir model olma yükümlülüğünü en iyi şekilde taşımalıdır. Prens olmanın bir ayrıcalık değil, beraberinde ağır bir sorumluluk getirdiği bilinciyle toplumda barışı, sukuneti ve refahı sağlamaya azmetmelidir. Şimdi ki durumdan daha iyi bir geleceği öngörebilme yeteneğiyle ileriye dönük, getirisini götürüsünü hesaplayarak geniş planlar yapabilme ve bunu yüksek özgüveniyle uygulamaya koyabilme kabiliyetine sahip olabilmelidir bir Prens. Bulunduğu ortama hakim olabilmeli, her bakışı, her adımı birşeyler atmalı tebasına.

Evet, en önemlisi de Prens bir misyona sahip olmalı ve bunun için mücadele; insanca yalnız ve yalnız insanlığın huzur ve barışı için yapılmalıdır.


Kaynaklar:

http://nedir.antoloji.com/evangelist

www.felsefe.gen.tr/machiavelli_makyavel_prens_kitabi.asp



Merve Dumlupınar ASLAN

> Grup 1 <

Sounds of Venice

Sesler neye göre müziktir ve buna kim karar verir? Maria Callas’a şarkıcı mı denir yoksa gürültücü mü? Aydın Esen müzisyen ama ben neden değilim? İdil Biret’in mutlak kulağı olması ya da bir kere deşifre ettiği eseri ikinci çalışında ezberden çalması neyi değiştirir? Yoksa hepsinden keyiflisi yan komşunun duşta söylediği şarkılar mıdır acaba? Ya ben bunu beğeniyorsam? İşte, 20. yüzyıl klasik müziğinde, “düzenin nasıl olacağına karar verme” fikrine karşı gelişen yaratıcılık tutumu, bu ve bunun gibi sorular neticesinde çağımız klasik müziğinin ana görüşü oldu ve bu noktadan sonra “klasik müzik” kavramı kendi düzleminde yerini “Yeni Müzik”e bıraktı. Bu yeni çağın en önemli isimlerinden biriyse şüphesiz müzik filozofu olarak anılan ve “her yerde her şey müziktir” diyen John Cage oldu.

Lise yıllarında John Cage’in müziğiyle tanıştığımda, aşırı tutucu ve klasikçi beğeni kriterlerim onu bloke etmiş ve yıllarca kulaklarımdan içeri sokmamıştı. Fakat şunu da kabul ediyorum; hala tutucu sayılabilecek bir dinleyici olarak, duyu sınırlarım dışında, fikirlerine hayran olduğum bir John Cage gerçeği var. Kendisinin de en sevdiği ve en önemli çalışması, 1952 yılında değil Cage'in, bütün müzik tarihinin belki de en ilginç konserine sahiplik eden 4' 33''dir. Kompozisyon, 4’33’’ boyunca icracıların sessizce yerlerinde oturmaları üzerine kurulur. Her icra edilişinde sessizlik rastlantısal seslerle bozulur ve eser yeniden bestelenmiş olur. Kısacası, “John Cage?” diye sorarsanız “rastlantısallık”, “deneysellik” ve “hayattaki bütün seslere kucak açmak” diye bir cevap alabilirsiniz.

Özellikle son 25 yıllık döneminde eserlerinde teknolojiyi yoğun olarak kullanan John Cage’in 1959 yılında kompozisyonunu yaptığı “Sounds Of Venice” adlı eseri ise isminden de belli olduğu üzere bir şehrin sesleriyle yapılmıştır. Eserde şarkı söyleyen bir adam vardır ama bu adam bilinçli olarak bu eser için şarkı söylemez. Çünkü şarkı söyleyen adam “gondolcu”dur ve büyük ihtimalle o sırada birinin sesini kayıt ettiğini bilmiyordur. Eserin diğer kahramanları ise, cıvıldayan kuşlar, bir insan miyavlıyormuş hissi uyandıran bir kedi, çalınan kilise çanı, telefon sesi, yürüyen birinin ayak sesleri, klasik jazz orkestrasının çaldığı bir parçadan kesit, derince çektiği sigara dumanını üfleyen biri ve bir takım daha az belirgin sesler…Bazı çok belirgin sesler dışında gerisi sizin hayal ettiğiniz Venedik olacaktır. Belki Büyük Kanal 'ın girişinde Santa Maria della Salute Kilisesi'nin önünde vaporettodan inmiş, telefonu çalan ama önündeki “Beni sev” diye sırnaşan kediyi sevmekten telefonuna bakamayan bir turistsinizdir. Dar sokaklara dalıp yürürken bir sigara yakmışsınızdır, cd’den klasik caz çalan bir kafenin önünden geçip otelinize doğru yola koyulmuşsunuzdur ya da şarkı söyleyen o gondolcunun ta kendisisi de olabilirsiniz. Bir şey kesin ki, John Cage’in bu eserini açıp, gözlerinizi kapadığınızda, Venedik’i hiç görmemiş de olsanız, sokaklarında yürürken “gondolcu”yu dinliyor olacağınızdır.



Kaynaklar:

http://www.johncage.info/index1.html (discography)


Müge ZÜMRÜTBEL

> Grup 1<

Venedik Bienali

Dünyanın en çekici ve doyurucu bienallerinden birisi olan Venedik Bienali ilk olarak 1895 senesinde düzenlenmiştir. 1930 senesi içerisinde eklenen ve ortaklaşa yürütülen müzik, sinema, tiyatro festivalleri ile birlikte yaklaşık 300000 katılımcıyı ağırlamaktadır. Geçtiğimiz ekim ayının üçünde gerçekleşen Selim Sesler konseri vasıtasıyla, turne menejeri olarak Bienal’i görme fırsatım oldu. Yukarıda bahsettiğim iç içe geçmiş festivaller bütününün müzik ayağı, grubun gerçekleştirdiği konser ile son buldu.

Şehir coğrafi olarak “Burada Bienal yapmalıyız!” deyip öyle kurulmuş gibi adeta. O köprüden bu köprüye yürümek yorucu olsa da, birbirine yürüme mesafesinde olan mekanlar sayesinde size İtalya’nın Bienal şehrine gelmişsiniz gibi hissettiriyor. Şehrin tamamı etkinlikler ile bütünleşmiş durumda. Bienal biletleriyle indirimli veya ücretsiz ulaşım, biletini gösterene her yerde indirimli yemekler vb. Kolaylıklar sağlıyor. Bu şekilde, İstanbul’daki gibi etrafa 50cm*70cm posterler yapıştırmak yerine, tüm şehir ve yaşayanları size bütünüyle bir bienal deneyimi yaşatıyor.

İstanbul’da me şekilde uygulanabilir bilmiyorum ancak parçası olduğumuz çağdaş müzik festivali 53. yaşını kutluyor ve Bienal’in kitlesi ile muhteşem bir ahenk içinde bulunuyor. Değinmeden geçmemek lazım, “merchandising” öyle iki tane tshirt, kitapçık falan değil. Venedik Bienal’i silgisi, çakmağı, shot bardağı, ansiklopedisi, büyük broşürü, defterleri... Aklınıza ne gelirse! İnsanların bu ürünleri almak için ite kaka kapışmalarına da şahit oluyorsunuz, bu da ne denli önemli bir etkinliğin parçası olduğunu hissettiriyor insana.

Venedik batar mı batmaz mı tartışmaları devam ededursun, en az tarihi binaları, coğrafyası kadar öneme kavuşmuş şehrin şanslı Bienali.


Kaynaklar:

Venedik Bienali internet sitesi: www.labiennale.org/en/biennale/history

Murat SEZGİ

> Grup 1 <

Venedik’te Kış

Daha önce Venedik’i hayal ettiniz mi ya da gitmediyseniz eğer, düşlerinizdeki Venedik nasıldır? Ben hep güneşin pırıl pırıl aydınlattığı, neşeli –ki bunda Venedik Karnavalı’nın etkisi yadsınmaz- bir kent hayal ederdim. Esbjörn Svensson Trio’nun “Winter in Venice” albümüyle tanışana kadar... Sonrasında fotoğrafların, filmlerin ve anlatılanların aksine kendimi, karlar altındaki Venedik sokaklarında, ağlamaklı bir ruh haliyle, kulaklarımda “At Saturday” adlı parçanın birinci bölümü çınlarken bulmak, benim yeni Venedik rüyam oldu.

Venedik’e bakış açımı değiştiren, İsveçli caz piyano üçlüsü olan grup, albümü oluşturmadan önce bir kış Venedik’te yaşayıp ardından, öncesinde hiçbir hazırlık yapmadan, üç gün boyunca kendilerini stüdyoya kapatıyor ve doğaçlama olarak çalıyorlar. Müzikal kaygılardan arınıp, sadece kentin hissettirdiklerini notalarına dökebilmek için.

Venedik’in sanatla bütünleşmiş yapısının etkisiyle olsa gerek, diğer albümlerinin aksine bu albümde elektronik müzik ritimleri kullanmamayı tercih ediyorlar. Yazın kalabalığından nispeten uzak, kasvetli kış Venedik’in etkisiyle de kariyerlerinin en naif, en dingin albümlerini oluşturuyorlar.

Grup, albümü çıkardıkları 1997 yılından 11 yıl sonra grubun piyanisti, aynı zamanda beyni olan Esbjörn Svensson’un dalış sırasında hayatını kaybetmesi sonucu belki de bir daha hiç uyanmamak üzere derin bir uykuya dalıyor ardında birbirinden güzel notaları bırakarak.



Sibel AKSU

> Grup 1 <

De La Vertu (1)

Tabiatı gereği insan, değişken ruh haline sahiptir. Bulunduğu ortama ve koşullara bağlı olarak takındığı hal şekil değiştirir, esnektir. Hayatın değişkenliği paralelinde ne kadar insan varsa o kadar da değişken ruh hali vardır. Toplumsal ilişkiler ve egemen zihniyetin insana şekil vermesinin yanında, bir de insanın kendi kontrolünde olan bir şekil alma hali vardır. Bu ruhsal bir güçtür. Adı da “erdem”dir. Azim ve sağlam karakter gerektirir. Süreklilik ister. Bazı durumlarda gösterilecek bir tutum değil her olayın içinde gösterilebilmesi esas olan bir tutumdur.

İnsanı, olaylar ve durumlar karşısında alacağı tavırlar ve vereceği kararlar belirler. Bir yerde cesur ve gözü pek bulduğumuz bir kişi başka bir yerde korkak ve pısırık davranabilir. Bu garip davranış değişikliğinde kasıt ve karakter düşüklüğü söz konusu ise bağışlanamaz ama çoğunlukla insanı içinde bulunduğu öfke, baskı, korku, yoksulluk, zorunluluk gibi durum ve şartlar farklı davranmaya iterler. Montaigne “Yattığım yöne göre ruhum bir görünüm alır”(2) der.Fakat Montaigne’nin aradığı asıl insan tipi bu kadar çok değişken ve tezatlıklar gösteren insan değildir. Övülecek olan insanın kendisi değil, onun eylem, davranış ve kararlarıdır, erdemidir. Bu ideal tipte erdemli bir insan olmak da, böyle bir insan bulmak da kolay değildir. Lâtin filozofu Seneka’nın dediği gibi, “Hep aynı insan olmak çok zor ve büyük bir iştir.” (3)

Fakat bir de öfke duygusu vardır ki; hiçbir şey öfke kadar insan duygularını kontrolden çıkaramaz. Kızdığımız zaman bağıran, konuşan biz değil, hırsımızdır. Montaigne’in De La Vertu adlı denemesinde sözü geçen kıskanç kadın ve kocası hikayesinde, büyük bir öfkeye kapılıp cinsel organını kesen ve hakaretini irdelemek için kesik organını eşine atan adam, mantığı yerine gelince kendi kendinin kurbanı olduğunu anlar. Latince bir kelime olan “virtüs” cesaret, erkeklik anlamına gelir. Fakat Montaigne’e göre buradaki cesaret, öfke sonucu ortaya çıkmış anlık bir tepki ve cehaletten ileri gelen eylemdir, erdemsizliktir. İnsana ait olan tüm bu ruh hali değişimlerinde doğru olan, erdem anlayışını koruyabilmektir. Sorunların çözümü buradadır. Esas cesaret erdemli olabilmektedir.


Kaynaklar:

Montaigne- Denemeler

Türkçesi : Sabahattin EYÜBOĞLU

Cem Yayınevi

e-kitap (.pdf) sayfa : 70-71-80-81

Essais de Montaigne

Par Amaury Duval

e-kitap (.pdf) sayfa: 196-211

(Doğan Kospançalı Fransızca metinden özet çeviri yapmıştır.)


1: Montaigne’in “Erdem Üzerine” adlı denemesi (FR)

2: Duran Nemutlu, Sosyal Bilimler Dergisi, Mayıs 2003, Cilt:27, No:1, Sayfa: 145 (Montaigne,T.2.,1968.405)

3: Montaigne- Denemeler ( Kitap-2 Bölüm 25)



Müge ZÜMRÜTBEL

> Grup 1 <



Bireysel Özgürlük

Martin Luther “A Christian man is a perfectly free lord, subject to none.” Derken her bireyin kişisel bağımsızlığı olduğunu, aslında her insanın kendi kendinin rehibi olduğunu yani Tanrı ile arasına başka birine ihtiyaç olmadığını vurgulamak istemiştir.

Endüljans alarak boş yere Kilise’yi zengin etmek, Kilise’nin kölesi olmak yerine birebir Tanrı’dan affını isteyip, tövbe edilebileceğini söylemiştir. Böylece Kilise’nin, Papa’nın kulu olacağına sadece Tanrı’nın kulu olabilecektir. Lakin bu sözüyle insanın her şeyi yapabilecek kadar özgür olduğunu söylemiş, bu soylemini dengelemek içinse; “A Christian man is a perfectly dutiful servant of all, subject to all.” demiştir. Böylece insanın topluma karşı sorumluluğu olduğunu, her kafasna eseni yapamayacağını belirtmiştir. İdeal birey, ideal toplum düzeni oluşturmuştur. Luther aslında bu düşünceleriyle dengeli, özgür bir toplumun temellerini atmıştır. Sadece Hristiyan topluluğu için değil, tüm insanlık adına, çağımıza kadar “gelen”, gelmesi gereken düzeni kurmak istemiştir. Çağdaş bir bireyin toplum içinde özgür olduğu kadar, uyması gereken kurallar ve diğer insanlara karşı sorumlulukları vardır. Her insanın hangi dine bağlı olacağına, kime, neye inanacağına, hangi partiye oy vereceğine, nerede ne yemek yiyip, ne işle meşgul olcağını seçme özgürlüğü vardır fakat toplumun belli başlı kurallarına da uymak zorundadır.

Martin Luther King Jr. Bunu şöyle özetlemiştir; “Bir şahıs, kendi bireysel kaygılarına dair dar kalıpları aşıp, tüm insanları ilgilendiren daha geniş sorunlara eğilemediği sürece yaşamaya başlamış sayılmaz.” (1)

Kaynaklar:

From Dawn to Decadence – Jacques Barzun

1: www.brainyquote.com/quotes/keywords/individualistic.html



Ledün KIZILIRMAK
> Grup 1<


ÜTOPYA

Thomas More'un kazandırdığı Ütopya kelimesi, -olması gereken devleti- anlattığı kitabı ve yalnız o ülkenin adı olmaktan çıkıp bu türdeki yazının genel adı olmuştur. Genel özellikleriyle, Thomas More'un Ütopya adındaki adasında mülkiyet ortaktır, herkes ihtiyaç kadar üretir ve ihtiyaçları kadar kullanır, Ütopya sakinleri günde 6 saat çalışmak zorundadırlar, geriye kalan zaman kendilerini bedensel ve zihinsel olarak geliştirebilecekleri çeşitli uğraşlara ayrılmıştır.Yurttaşlar yönetim ve varsa yönetimde oluşan çarpıklıklar hakkında konuştuklarında susturulmazlar ve Ütopyalılar savaşa karşı bir tutum benimsemişlerdir, esirlerin çocukları özgür ülke vatandaşı sayılırlar.
Diğer bir ütopya da Francis Bacon'ın Yeni Atlantis'idir.(Bacon da lord chancellor'luk yapmış.) More'un toplumun çarpık düzenine karşı bir eleştiri niteliğinde yazdığı ütopyasında önem verilmeyen maddi güç ve para, Bacon'ın içinde yetiştiği dönem dolayısıyla yapılan yorumlara göre bu düzende çok fazla eleştirdiği bir konu değildir.(More, krala başkaldırarak chancellorluktan çekilirken, Bacon rüşvet aldığı için bu görevden uzaklaştırılmış.) Yeni Atlantis'te, Peru'dan Çin'e ve Japonya'ya giden gemiciler Yeni Atlantis diye anılan Ben Salem adasına varırlar, adalılar, bir mucize sonucu denizden yükselen bir ışık sütununun üstünde haç gördükten sonra Hıristiyanlığı benimsemişlerdir. Avrupalıları ahlaki açıdan eleştirirler, orada kötü,cinselliğin kullanıldığı hiç bir yer ve insan olmadığını, basitçe tanışıp evlendiklerini söylerler. Bacon, More'un ütopyasındaki eş seçimiyle ilgili bölümü eleştirerek evlenmeden önce birbirlerini çıplak gören çiftlerin beğenmedikleri takdirde karşı tarafı reddetmelerinin hakaret olduğunu, buna Yeni Atlantis'te her şehrin yakınındaki iki havuzda evlenecek olan çiftlerin arkadaşlarının evlenecek olanları çıplak görmelerine izin vererek daha iyi bir çözüm bulunduğundan bahseder. More için uygarlık, halkın yönetime eşit haklarla katılması ve servetin eşit dağılımıyken Bacon'a göre ön planda olan yönetimden çok bilimin ilerlemesidir, ona göre uygarlık bilimin insan hayatına egemen olmasıdır.''Yeryüzünün en soylu kurumu'' olarak nitelendirdiği Süleyman'ın Evi adındaki bilimsel çalışma kurumundan ve burada yapılan ameliyatlardan,meteoroloji kulelerinden ve aşılamalardan söz eder.
Ben Salem'i bu araştırma kurumunun önde gelenleri yönetir. Platon'da da olan kendi çıkarlarını gözeten oligarşik bir yönetim isteği açısından benzerlikler gördüm(filozofun devleti yönetmesi,zengin bilim adamlarının Atlantis'i yönetmesi). Ütopya'da eğitim, tüm halka katkı sağlayan, geliştiren ve toplu ilerlemeyi sağlayan bir uğraşken Yeni Atlantis'te biraz daha halktan kopuktur.
Diğer bir ütopya ise Tommaso Campanella'ya ait Güneş Devleti'dir. (Civitas Solis) Bu kitabı, İspanyol boyunduğuna karşı katıldığı ayaklanma sonucu 27yıl mahkum edildiği zindanda yazmıştır.Kitabında Ütopya'dan esinlendiğini anlatır.Güneş Ülkesi'nde de halk ülkenin varını yoğunu paylaşır ve birlik içinde yaşarlar, yemekler ortak sofrada yenir, burada yaşayanların evleri, odaları, tüm eşyaları ortaktır.(Moskova'daki bir parkta Marksizm'e katkıda bulunan on düşünürün adının arasında Thomas More ve Campanella'nın da isimleri varmış.) Güneş Devleti'nde maddiyatın önemi azaldıkça insana duyulan sevginin arttığı düşünülür, burada başka dinlere de saygı vardır ve şükrettikten sonra ayrım gözetmeksizin Hristiyan,Pagan,Yahudi kahramanlar hakkında hikayeler de anlatılır. Günde 4 saat çalışırlar ve geriye kalan zamanı Ütopyalılar gibi sanat,bilim ve diğer uğraşlara ayırırlar. Hasat ve ekim zamanlarında imece usulü çalışırlar ve kadın-erkek ayrımı yoktur. Bilim Ütopya'daki kadar önemli ve din etkisinden uzaktır.Yeni Atlantis etkisiyle yelkensiz ve küreksiz gemiler yaptıklarını söylerler. Ülkeyi rahip yönetir (oysa Ütopya'da laik bir yönetim vardı). Sağlıklı bir soy yetiştirmeye çalışırlar. Yöneten rahip kalıcıdır ve ancak kendi isteğiyle yönetimi devredebilir. Astrolojiye kadın-erkek ilişkilerinde önem verilir, eş seçimi beden durumları göz önünde bulundurularak yönetim tarafından bireyler için yapılır. Ütopyalıların aksine savaşmayı severler.Cinselliğin toplum yararına düzenlendiği söylenir. Burada makinalar önemlidir (Aristotales'in ''gerekli makinalar olsa kölelere gerek kalmazdı'' düşüncesi etkisiyle olabilir.) Karşılaştırınca Ütopya'nın, diğer iki ütopyaya göre en ılımlı ve mantıklı olan olduğunu düşünüyorum, Bacon'ınki siyasi ve yönetimle ilgili bir tablo çizmekten çok bilimin geliştirildiği ve tek amacın bu olduğu bir yer, Güneş Devleti de, devletin bireylerin hayatında daha çok söz sahibi olduğu, daha çok etki ettiği ve özgürlüğün daha çok kısıtlandığı bir yer gibi, hatta günümüz distopyalarına neredeyse benziyor. Daha az duygu, makineleşmiş bireyler, ''akıl'',''güç'',''sevgi'' diye, Orwell'in 1984'ünde olduğu gibi üçe ayrılmış, özel hayata daha çok etki etmeyi kendisinde hak gören yönetim... Ütopya'daki haliyle neredeyse tam anlamıyla olması gereken, en iyi yönetim gibi ancak hayata geçtiğinde ne kadar iyi de devam etse etkiler sonucunda ve işin içinde insan faktörü ve egosu olduğu için zamanla saflığını kaybeden bir durum var, bu etkenler olmasa belki hiç bir ütopya distopyaya dönüşmezdi.

Emel PİLAVCI
> Grup 2 <

Pazar, Aralık 13, 2009

Salı, Aralık 08, 2009

FENİCE TİYATROSU


  Venedik... Kanallarıyla, karnavallarıyla, ticaretiyle, kültür ve sanatla iç içe oluşuyla tüm dünyanın gözünün üzerinde olduğu azizleriyle korunan merak uyandıran bir kent. Şehir yüzyıllardır ticaretten sanata birçok alanda dönüşüme ve gelişime uğramıştır. Zamanında tüccarların hakim olduğu kent, bugün binlerce mimar ve sanatçının ayrıca sanatsever turistlerin hakimiyeti altına girmiştir. Şehir sadece merkeziyle değil çevresindeki irili ufaklı birçok adayla birlikte gezilmesi ve keşfedilmesi gereken yerlerden biridir. Bugün başlı başına bir marka olan Venedik, bu marka halini cam müzeleriyle, her yıl yapılan karnavallarıyla, ünlü “Venedik Bienaliile korumakta. Şehrin en önemli yapısı olan Fenice Tiyatrosu (Teatro La Fenice)da şehre katkılarını bu bağlamda hiç eksik etmemiştir. Yapı dünya genelinde birçok operanın prömiyerine ev sahipliği yapmıştır. Bunlardan bazıları; Beatrice di Tenda (Vincenzo Bellini)(1833), Emani (Giuseppe Verdi)(1844), Signor Goldoni (Luca Mosca)(2007)dir. İnşaası 1792 yılında biten binanın adının ingilizce anlamı “phoenixyani küllerinden yeniden doğan anlamına gelir ki bu da bize binanın 1836 ve 1996 yıllarında iki kez tamamen yanıp kül oluşunu ve yeniden yapılışını hatırlatır. 2003 yılında Unesco tarafından yapılan restorasyonla kullanımına devam edilen yapı günümüzde bienalden müzik festivallerine kadar birçok alandaki etkinliklere ev sahipliği yapar. Venedik meraklısı turistlerin ilgi odağı halindedir. Fenice Tiyatrosu artık sadece Venedikin değil tüm dünyanın en önemli sahnelerinden biridir.  

Fotoğraf, Fenice Tiyatrosu’nun izleyici kısmı, Wikipedia 

Buket Gonca GÜL  
> Grup 4 <    

ULAŞIM

Burası öyle bir ülkeki burada ki insanlar zamanın ve doğanın kıymetini anlamışlar. Zaman, onlar için boşa harcandığında kendilerine ayıracakları vaktin azalması anlamına geliyor. Bu insanlar doğanın da önemini farketmişler. Kendilerine bu konuyu sorduğumuzda size çok basit bir cevap veryorlar. “doğa olmazsa biz de olmayız”.

 

Bu toprakların insanları hayatta kalmak için çalışmak zorunda olduklarını kabul etmişler. Ancak bizden farklı olarak şartları güzelleştirmek çin gerekenleri yapmışlar. Örneğin toplu ulaşım sistemleri oldukça basit ve köklü. Tüm şehrin ana hatlarında olduça gelişmiş ve rahat bir raylı ulaşım sistemi var. Ve tüm bu sistem yerin altında ilerliyor. Böylece yer üstünde insanlara ve doğaya kalan alan olukça artıyor. Yer üstünde ise herkesin kendi arabası yok. Otoyollarda kullanılan araçlar sadece acil durumlarda kullanılan itfaiye, ambulans, gibi araçlar.

 

Araba kullanmak toplum bireyleri tarafından ayıplanıyor. Ara sokaklara ulaşımsa neredeyse her sokak başına gelen elektirkli küçük trenlerle sağlanıyor. Şehirde kullanılan tüm raylı ulaşımın enerjisi şehrin dışında oluşturulmuş bir güneş enerjisi merkezinden üretliliyor ve araçlara dağıtılıyor. Böylece doğaya salınan zehirli gaz sorunuda ortadan kalkmış oluyor. Trafik sorunununda ortadan kalkmış olması insanların evlerine ve işlerine giderken harcadıkları zamanda en aza iniyor. Böylece bu insanlar kendilerine çok daha fazla zaman ayırabiliyorlar ve bu kişisel gelişimlerine olumlu katkı sağlıyor. Tüm ulaşımlarını doğaya saygılı enerji kaynakalrı ile beslendikerli için temiz bir ortamda daha sağlıklı yaşayabiliyorlar.

 

Ayrıca toplu taşımayı her zaman makul kılmak adına tüm bu taşıma araçları ücretsiz. Zaten kullanılan enerji ucux olduğundan ve vatandaştan alınan vergikerinde bu yönde adil olarak kullanılmasıyla yöneticilere Hiçbir ek külfet getirmiyor ve ülke insanları stresin, kirliliğin ve masrafın yok denilecek kadar az olduğu güzel bir ülkede yaşıyorlar.

 

 

Eren ARIKAN

> Grup 4 <

Pazar, Kasım 15, 2009

Radyokafa TOM

Adı Thom, soyadı Yorke. İngiliz. Tek gözü doğuştan tembel. İlkokulda bu arızası yüzünden korsan lakabıyla anılıp arkadaşlarının oyunlarına dahil olamadığı günden beri hayata karşı tepkili. "Hayattan intikamımı yaşayarak alıyorum." diyecek kadar hayattan nefret eden bir adam bu fakat nedense onunla ilgili ettiği laflar nedense "Siz giderken ben geliyordum." diyen cinsten. Sanatçı olmasından mütevellit çağını sevmeyenlerden. 97 de grubuyla beraber yayınladıkları "Pablo" albümünün 2. şarkısında "I dont belong here" diye avaz avaz bağırıp bir çok insana “Biz de buraya ait değiliz!” dedirtebilmiş bir müzisyen, şarkıcı, besteci, söz yazarı kendisi.Müzikal açıdan incelendiğinde, uzmanların varabildiği tek ortak nokta bu adamın müzik dünyasına gelen dahilerden biri olduğu. Eserlerinde matematiksel bir akor\nota dizilişi olmasa da onu dinleyenler ilk defa dinlediği bir şarkıda onun imzası olup olmadığını anlıyabiliyor.

Müzikal zekası ve hayata bakışı dışında protest tavrı ile de saygı görüyor insanlar tarafından. Popüler olmaya başladığı dönemde, gazetecilerin "Sıradaki intihar edecek şarkıcı sen misin?" temalı sorularından sıkılınca röportaj tekliflerine uzunca yıllar cevap dahi vermiyor. Bunun haricinde, Tony Blair karşıtlarıyla birlikte en önde slogan atıyor.

İlkeli, yaratıcı, radyo kafa bir adam. Bana göre olması gerken, Maradona gibi adam.


Tuğberk BÖRÜ
> Grup 1 <

Sanatçı Olmaya Dair

Sanatçı tanımı Türk Dil Kurumu’na göre ‘‘yaratıcı ve olağan dışı nitelikleri olan, sanat yapabilecek yetkide olan kişi’’ şeklinde yapılmıştır. Peki sanatçıları diğer kişilerden ayıran bu olağan dışı nitelikler nelerdir? Nedir onlara yaratıcı olmaya götüren?
Patti Smith, çağımızın punk-rock hareketinin en önemli temsilcilerinden, şarkıcı, söz yazarı, şair ve fotoğrafçı. Kendisinden sonra gelen R.E.M, Morrissey gibi birçok önemli sanatçı ve müzik grubuna ilham kaynağı olmuş bir eylemci, aktivist.
Mutlu bir çocukluk geçirdiğini, ancak büyük maddi sıkıntılar yaşadıklarını belirten sanatçıyı Amerikalı sanatçıların çoğunluğundan ayıran olay, ilk bas gitaristi Ivan Karl’ın bir Çekoslovakya mültecisi olması ile başlıyor. Bu olay, genelde ülkesinin sorunlarının dışına pek de çıkamamakla suçlanan Amerikalı sanatçıların aksine, dünya meseleleri üzerinde düşünülmesi gerektiğini hissettiriyor Patti Smith’e. Onlarca savaş karşıtı şiir, şarkılar, fotoğraf sergileri açıyor dünyadaki zulümlere dikkat çekmek adına.
Din, Patti Smith’in hayatında önemli bir rol üstleniyor. Gençliğinde sırt çevirdiği İsa, ilerleyen yaşamında kendisinin en önemli dostu, kurtarıcısı oluyor. Bu tip değişimleri de: ‘‘Sanırım hayatım sürekli ayarlamalar ve düzeltmeler ile geçti’’ şeklinde açıklıyor. Patti Smith, insanın değişebileceğini düşünenlerden.
Çağımız sanatından, yaşayışından pek de memnun olmayan bir sanatçı. Çağı ile fazla barışık değil. Sanatın fast-food kültürüne yenik düştüğünü, Hollywoord’un sinema sektörünün Mc Donalds’ı olduğunu düşünüyor. 60’lı yılları atlatabilen kişilerin gerçek birer kahraman olduğunu düşünüyor ancak birçok röportajında da belirttiği gibi o günleri de aramıyor değil.
Kişisel yaşamında çok sevdiği kişileri arka arkaya kaybetmesi, ki bunlar; kocası, kardeşi, çok sevdiği klavyecisi ve büyük bir hayranı olduğu Kurt Cobain’dir, gençliğinde yaşadığı maddi krizler, dünya meseleleri, din ve günümüz kültürüne olan tepkileri Patti Smith’i bize kazandıran başlıca elementler ve aynı zamanda sanatçı kimliğinin en önemli besin kaynakları olmuştur.

Referanslar:
http:\\en.wikipedia.org/wiki/Patti_Smith
http:\\www.brainyquote.com/qotes/authors/p/patti_smith_2.html

Murat SEZGİ
> Grup 1 <