Perşembe, Ekim 15, 2009

"The Name of the Rose"

3. haftada insansanlığın varoluşlarını anlamlandırma çabaları üzerinde dururken, "The Name of the Rose" filmi vasıtası ile şüphecilik, gözlem ve düşünce çatışmları hakkında tartışmalarda bulunduk. İnsanlığın varlık nedenlerini sorgulamasının Tanrılar üzerinden başlayıp, tek tanrıya dönmesi, insana özgü egoların ve özelliklerin tanrılarda anlamlandırılmaya çalışılması ve bu sayede belki de bir anlamda bilinçaltı bir günah çıkarma durumunun yaşanması söz konusudur diye düşünüyorum.

Hesiod metinleri, insanlığın kendi var oluşlarının başlangıçlarını aramaya başladıkları bir döneme ait metinler olarak karşımıza çıkıyor. İnsanların varoluşunun daha üstün bir gücün varlığından kaynaklanması gerekliliğine inanmış olması ve bu üstün gücün yada güçlerin yine insan kişilik özellikleri ile donatılmış olması bana Nietzche'nin "insanca çok insanca" tespitini çağrıştırıyor.

Metinlerde anlatılan hikayeler insanlığın iktidar, aile, savaş, sevgi, acı vb. temel eylem ve hislerinin bir yansımasını ortaya koyuyor. Kronos'un babasının penisini annesinin hazırladığı bir tertiple kesmesi ve bu sayede iktidara sahip olabileceğini kanıtlaması ve daha sonra kendisinin de benzer bir sonla karşılaşacağını bilmesi, buna rağmen iktidardan vazgeçmemek için kendi çocuklarını bile yemesi, o dönemden günümüze iktidara sahip olan kişilerin egoları ve ruh halleri ile ilgili değişmeyen bazı gerçeklerin var olduğunun kanıtı gibi. Ancak yine bir tertip ile kurtarılan ve büyüyen Zeus'un daha sonra babası tarafından onurlandırılması, aynı zamanda adil bir iktidarın yeri geldiğinde nasıl olması gerektiği ile ilgili ip uçları barındırıyor.

Genesis ile çok tanrılı inanıştan, tek tanrılı inanışa geçiş dönemini görmekteyiz. Genesis'te anlatılan başlangıç hikayesinin, Hesiod'un metinleri ile taşıdığı benzerliklerlikler dikkat çekici. Hesiod'un bahsettiği yer ile gökyüzünün birleşmesi, gündüzden önce gecenin var olması ve yine bu tanrısal güce insansal egoların ve yeteneklerin yüklenmesi yine insanın varoluşunu anlama çabaları içerisinde kendi acizliklerini tanrıya yüklemesinin açık bir örneği gibi sanki. Genesis'te, insanın kat ettiği bilimsel yolun aynı zamanda inanç evrimine yol açtığı, bu evrimin tanrısal inancı, dolayısıyla tanrıyı da evrimleştirdiği tezini destekleyen bir yapı olduğunu düşünüyorum.

Bu bağlamda derslerde ele aldığımız bu iki metin bizlere antik toplumlar ve günümüz toplumu arasındaki bağları ve inanışların nasıl evrimleştiğini gözlemlememiz açısından çok önemli ve belki de kanıt niteliğinde iki metin olarak önümüzde duruyor.

Geçen hafta izlediğimiz ve üzerine uzun uzun tartıştığımız Umberto Eco'nun aynı adlı kitabından uyarlanan "The Name of the Rose" filmi bize ortaçağ düşünce sistemi ile şüpheciliğin ve sorgulamanın yani bilimsel düşünme sisteminin çarpışmasına güzel bir örnek sunuyor. Filmde yer alan neredeyse bütün karakterler bir düşünce modelini temsil ediyor diye düşünüyorum.
Bu bağlamda William'ın Fransiskan cemaatinin bir üyesi olması bir tesadüf değil tabiki. Fransiskan cemaati papalık ile aralarında sorunlar bulunan bir cemaat olarak, en temelde o dönemde genel geçer olan düşünce yapısına bir baş kaldırı olarak yorumlaranabilir. Bu baş kaldırının örneğini de filimdeki tartışma sahnelerinden görebiliyoruz. Hem William'ın kör rahip ile yaptığı tartışma, hem de Fransiskan cemaatinin önde gelenlerinin Papalık önde gelenleri ile yaptığı tartışma bunun en güzel örneği. Ancak göz ardı edilmemesi gereken Hem William'ın hem de Fransiskanların o dönemin mutlak iktidarlarına karşı yapılan bu tartışmalarda hep bir korku içerisinde savlarını öne sürmeleri bir yandan baş kaldırıken bir yandan da mevcut otorite ile anlaşma yollarına gitmeye çalışmalarıdır.

"The Name of the Rose" bize sorgulamayı, düşünmeyi, bakmayı değil görmeyi, görünenin arkasındaki gerçekleri bulmaya çalışmanın önemini anlatıyor...

Emrah Kara

 > Grup 2 <


Pazar, Ekim 11, 2009

NUH’UN GEMİSİ HÂLÂ YÜZÜYOR MU?

İnsanoğlunun kafasının en karışık olduğu dönemlerde ortaya çıkıp, hâlâ cevabı bulunamayan sorulara yanıt arayan mitler; aslında kendimizi ve insanlarla ilişkimizi anlayabilmemiz için birer anahtardırlar. Kendimize sorduğumuz "Ben kimim? Nasıl var oldum? Bir gün öleceğim gerçeğine nasıl katlanabilirim? Bu dünyadaki önemim nedir? Topluma olan borcumla, nefsim arasındaki dengeyi nasıl kurabilirim?" sorularına eğlenceli ama ciddi cevaplar vermektedirler. Konuları öyle geniş bir perspektiftedir ki bin yıllardır süregelmişler ve günümüzde varlıklarını hala devam ettirmektedirler. Bunun sebebi bence insanın hala ölümden korkması ve hala meraklı olmasıdır. Zira korkan insan bilmeyen insandır ve bilmeyen insan çoğunlukla merak edendir.

Sümer Efsanesi Gılgamış Destanı'nda bahsedilen adıyla Tufan veya Tevrat ve Kur'an da yazdığı şekliyle Nuh'un Gemisi'nin hikâyesi de insanoğlunun bin yıllardır ders almaya aç ve korkutulması gereken aksi halde disipline edilemeyecek bir varlık olduğunun göstergesidir. Tanrılar mükemmeldirler ve fakat onların yarattıkları insanlar hiç de mükemmel olmadıklarından hep hatalar yapar, mütemadiyen büyük boşluklara düşüp, topluluklar halinde kendilerini tanrıların gazabına doğru sürüklerler. İşte Nuh da dünyanın yine böyle bir zamanında elçi atanır Tanrı tarafından. Ona koskocaman bir gemi yapması ve içine ailesiyle beraber, her canlıdan 2 şer tane ( bazılarından 7şer) alması ayrıca inananların da binmesine izin vermesi salık verilir. Görevini başarıyla tamamlayan Nuh'un toplam 950 sene yaşadığına dair rivayetler içerir Kur'an. Ayrıca Nuh'un Gemisi'nin de Ağrı Dağı’nın tepesinde olduğuna dair bazı iddialar bulunmaktadır. Zira Tevrat'da böyle bir söylem vardır. Ayrıca Nuh'un Gemisi'nin hikayesi örneğin güvercine metaforik bir anlam kazandırmış ve onun barışın simgesi olarak görülmesini sağlamıştır.

Ayrıca Gılgamış Efsanesi'ndeki Uruk Kralı Gılgamış ölümsüzlüğü arayan cesur bir savaşçıdır ve Tufan'dan sağ kurtulmayı başaran Utanapiştim'e erişmek ve ölümsüzlüğün sırrını sormak için zorlu yollar kat eder. Elbette sonuçta ölümsüzlüğün fiziken değil ancak örnek bir insan olarak öldükten sonra da adının unutulmaması şeklinde olabileceğini öğrenecektir.

Günümüzde bu hikâye her topluma tanıdık gelecektir. Dünya'nın nasıl ve ne zaman ellerinden alınacağını, ırklarının sonunun nasıl olacağını merak eden insan, kendini sonsuz kılmanın cevaplarını ararken bu gibi hikâyelerden hep feyz alacaktır.

Irmak WÖBER
> Grup 1 <

Kaynaklar:

Dünya Mitolojisi, Donna Rosenberg

The Epic of Gilgamesh, N. K. Sandars

Wikipedia, Nuh’un Gemisi



Zeus Aşkına

TDK’ya göre mit, geleneksel olarak yayılan veya toplumun hayal gücü etkisiyle biçim değiştiren yerinel bir anlatımı olan halk hikâyesidir. Terimin akademik kullanımı ise gerçek-hayal ayrımını içermez.(1) Bu anlamıyla mitler kaynağını genellikle tanrı ve süper kahramanlardan alan, insanın ve dünyanın mevcut hallerine nasıl geldiklerini açıklayan hikâyelerdir. (2)(3) Her ne kadar Fransız düşünür ve yazar Albert Camus, "Mitler, hayal gücü onları canlı tutsun diye vardır." dese de günümüzde mutualist bir hal alan hayal gücü-mit ilişkisi "Guilding Light"(72 yıl ile en uzun süre yayınlanan dizi unvanına sahip yapım) ilişkilerinden bile uzun bir zamandır devam etmektedir. Günümüzde sanat, tıp, endüstri, botanik gibi pek çok alanda mitler ve kahramanlarına rastlamak mümkündür.

Tıp alanına baktığımızda tanrıların en kurnazı Hermes çıkar ilk olarak karşımıza. Zeus'un habercisi olan Hermes, önce tıbbın kurucusu sayılan Hermes Trismegustus'a verir adını. Hermes'in simgesi olan asa bugün tıbbın ve eczacılığın sembolüdür. Yunan mitolojisinde kadınlığın sembolü olan Aphrodit ile eril tanrı Hermes'in oğlu Hermaphroditus ise hermafrodit (erdişilik) tanımına vermiştir adını.(4)Efsaneye göre güzel Hermaphroditus'a âşık olan peri kızı ona sarılır ve tanrılara onları ayırmaması için yalvarır. Tanrılar peri kızının dileğini kabul eder ve onlara aynı vücutta can verirler. Efsaneden yola çıkarak hermafroditlik tanımı bugün çift cinsiyetlilik anlamına gelmektedir. Bunun gibi yarı tanrı Akilleus'un vücudunda ölümsüzlük nehri Styx'e değmeyen tek kısım olan ve de ölümünü getiren sol ayak bileği "Aşil Tendonu"na, annesine âşık olup babasını öldüren Thebes'in kralı Oedipus'da Can Yücel'in "anam avradım olsun kompleksi" olarak tanımladığı Sigmund Freud'un "Oedipus Kompleksi"ne (Kadın versiyonu olan Electra Kompleksi tanımı Carl Jung tarafından ortaya koyulmuştur.) adını verir.(5)

Bu esinlenme hali büyük markalarda da kendini gösterir. Ünlü spor markası Nike adını ve logosunu zafer tanrıçası Nike'den alır. Nike'ın logosu, her ne kadar anlaşılmasa da, tanrıça Nike'nin kanatlarını temsil etmektedir. Mitlerden esinlenen bir diğer önemli marka ise Apple. Markanın kurucuları Steve Jobs ve Ronald Wayne tarafından tasarlanan ilk logo Sir Isaac Newton'a yerçekimini keşfettiren elmayı sembolize etmektedir. Ağaç altında oturan Newton'ı resmeden bu logo 1976'da firmanın markalaşma sürecine girmesiyle değişir."Bythe into an Apple" sloganı ile gelen yeni logo gökkuşağı renklerinde ısırılmış elma şeklindedir. Bu logo ile Âdem ve Havva (Adam-Eve) hikayesi irdelenmektedir. Tanrı tarafından "İyi-kötü Ağacı"na(l'arbre du bien et du mal) dokunmaları yasaklanan ilk insanlar Âdem ve Havva, Âdem’in elmayı ısırması sonucu "ilk günah"ı işlerler. Jobs ve Wayne bu miti simgeleyen elma ve geylerin bayrağının rengi de olan gökkuşağı ile "din" boyunduruğu altında var edilen iyi-kötü kavramına gönderme yaparlar.(6) Benzer şekilde Trident, Phoenix, Pegasus, Orion gibi pek çok marka da isimlerini mitolojik kahramanlardan alır.


Hale BAYRAK
> Grup 1 <

Kaynaklar:

1- Mircea Eliade. Myth and Reality (Harper § Row, 1967) p.1
2- Alan Dundes. Binary Opposition in Myth (Western Folklore 56, 1997) p.39-50
3- William Bascom. The Forms of Folklore: Prose Narratives (California University Press, 1984) p.5-29
4- Hermes. Ege Meta Yayınları, 2001
5- Sigmund Freud. On Sexuality (Penguin Books Ltd, 1956)
6- Jim Carlton. Apple: The Story of Intrigue, Egomania and Business Blunders



GERÇEK

Hakikat ve gerçek kelimeleri birbirini tamamlayan olgular olup, anlam olarak ta oldukça yakındır. Fakat “ Hakikat tektir yani unique’tir*” , gerçek ise göreceli olduğundan değişken ve çoğuldur. Gerçekler bireysel ve yoruma açık olabilir ancak hakikatte bu söz konusu olamaz. “Gerçeğin yaptırım gücü vardır, hakikat ise sadece doğrulukla alakadır.**”. Gerçekler çıkar ve güç elde etmek amacıyla çarptırılabilir. Gülün adı filmindeki rahiplerin baskı ve otorite kurmak amacıyla suçsuz insanları cinayetten yargılaması bu çarptırmaya güzel bir örnektir. Suçlanan insanların gerçekleriyle mahkemenin gerçekleri farklıdır. Filmin son kısımlarında çözebildiğimiz asıl katil ise hakikattir. 
  
Gülün adı filmindeki öğrenme metotları tamamen bilime, gözleme ve araştırmaya dayalıydı. Onlara verilen bilgilere kör bir şekilde inanmadılar. Olayları irdelediklerinde farklı sonuçlar elde eden Baskerwille’li William ve Dom Adso, filmin ilk bölümlerinde şeytanın öldürdüğüne inanılan gencin aslında intahar ettiğini bu metotlar sayesinde açıklığa kavuşturdular. Genç çömez uygulamalı eğitimden bir hayli etkilenmiş filmin başı onun seneler sonraki anlatımıyla başlıyor. Araştırmaya ve gözleme dayanan eğitimin ne kadar akılda kalıcı bu sayede anlayabiliyoruz. 

İnanç ve ibadet konusuna gelecek olursak, ibadet şekilleri her ne kadar farklılık gösterse de inançların birbirine benziyor olması özellikle tek tanrılı dinlerde gözlemleyebileceğimiz bir durum. Aynı dinin değişik mezheplerinde bile ibadet şekilleri oldukça çeşitlilik sağlamaktadır. Önemli olan nokta inançtan yoksun bir ibadetin faydasızlığıdır. Gülün Adı filminde ise fransisken mezhebinin çeşitli ibadetlerini gözlemleyebiliyoruz. Örneğin bir fransisken liderinin Meryem Ana heykeli önünde yüzükoyun yatması gibi. 

Ozan Korkmaz

> Grup 4 < 

ADIYLA VAR OLUR BİR ZAMANLAR GÜL OLAN*

İnsan bir şeye inanma ihtiyacı hisseder. İman bizleri ayakta tutan, açıklayamadığımız olaylara cevap veren, düzeni sağlayan bir olgudur. İnsanoğlu farklı şeylere inansa da inanma ihtiyacı özünde aynıdır. Tanrı’ya, İsa’ya, Muhammed’e, Puta, İneğe, Bilime, Şeytana… İnandığımız ögeler kendi içinde kollara ayrılır, bu kollar birbirleriyle hem uyuma hem de fikir ayrılığına düşerler zira inandığımız şey aynı olsa da yorumlayış biçimlerimiz farklıdır. Örneğin Katolikler: Benediktenler, Fransiskenler, Dominikenler diye ayrı mezheplere ayrılmışlardır. Gülün Adı filminden de hatırlayacağımız gibi Orta Çağ İtalya’sında geçen Melk’li Dom Adso’nun ağzından dinlediğimiz hikâyede Hristiyanlığa inanıp, Hristiyanlığı, İsa’yı, öğretilerini farklı yorumlayıp, kilisenin fakir bir yaşam tarzı mı yoksa zengin bir yaşam tarzı mı sürmesi hakkında fikir ayrılığına düşmüşlerdir.


Her insan kendi gerçekleri doğrultusunda yaşar. Merak ederek, araştırarak, soru sorarak, sorgulayarak bilinmeyene ulaşmak ister. Bilinmeyen çekicidir, yasak olan çekicidir. ‘İsa’nın güldüğü görülmemiştir!’(1) Gülmek yasaktır, gülmek şeytanın özelliğidir. Kilise tarafından baskıyla, korkuyla düzene sokulan insanlar, nasıl söyleniyorsa öyle yaşamaya mahkûmlardır zira cahillerdir. Aristoteles’in Poetica adlı eserinin ‘hiç var olmayan’ ikinci cildi Komedya’nın, bilgiye aç olan Baskerwille’li William tarafından aranmasına şahit oluyoruz Gülün Adı’nda. Bir rahibin inandıklarını, inanmak istediklerini tasdikleyen kitabı bulabilmeye, okuyabilmesine olan açlığı… Öğrenme! Bizleri daha iyi, daha kaliteli yapan şey değil midir öğrenme arzusu? Kendini geliştirebilmek, sorulara cevap bulabilmek, gerçekleri gün yüzüne çıkarabilmek…

‘Gülmek korkuyu öldürür ve korku olmadan inanç olmaz çünkü şeytan korkusu olmazsa Tanrı’ya ihtiyaç kalmaz. Gülmek basit insanların eğlencesi olarak kalacak ama ya bu kitap yüzünden bilgili insanlar her şeye gülmenin kabul edilebilir olduğunu söylerse? Tanrı’ya gülebilir miyiz? Dünya yeniden kaosa sürüklenir.’ der kör rahip Jorge. Kendi doğruları adına dolaylı yoldan cinayet bile işlemiş hatta zehirli sayfaları yiyerek kendi bedenini kitaba mezar etmiştir. Korkuyorsan araştırmazsın, sorgulamazsın, öğrenemezsin, önüne koyulana razı olur, gelişemezsin. Korkuyorsan konuşamazsın, karşı çıkamazsın, düşünemezsin, fikir teatilerinde bulunamazsın zira bir fikir sahibi değilsindir. Korkarsan bir piyon olarak yaşar, yönetilerek ölürsün. Aslında hiç var olmamışsındır… Descartes ne güzel söylemiş, ‘Düşünüyorum öyleyse varım.’

*yalnız adlar kalır geriye…



Ledün KIZILIRMAK
 
> Grup 1< 


1- Jorge ile William tartışırken, Jorge’nin söylediği söz. (Gülün Adı)
* Gülün Adı adlı romanda geçen son söz.

Kaynaklar:

en.wikipedia.org/wiki/The_Name_of_the_Rose_(film) 
The Name of The Rose (Jean-Jacques Annaud (Umberto Eco) )
Fotoğraf; The Name of the Rose (film)