Salı, Nisan 06, 2010

SEVGİLİYE MEKTUP

Sevgilim, bana kendini anlat diye yazmışsın. Sen de bilirsin ki insanın kendinden bahsetmesi zor,

hatta zanaatkarlık ister ama yine de senin için deneyeceğim. Öncelikle insanı tanımlayan, kimliğini

oluşturan ismim den ve yüzümden başlamak istiyorum. Yüzüm yuvarlak, yüz hatlarım

serttir. Bazen ben bile korkarım yüzümdeki sertlikten, ten rengim tıpkı buğday tanesinin rengi gibidir.

Yalnızlığımı, sevincimi, hüznümü ele veren gözlerim, yeşille mavi arası bir renk. Şehirliler bu

renge çakır göz derler, benimde de gözlerimden dolayı annemler ve köydekiler bana Çaxe diyorlar.

Kimse Nursel’i bilmez. Ben ilkokulu bitirdiğimde babam ortaokula yazdırmak için nüfus cüzdanımı

çıkardığında memura adımı Çaxe diye yazdırmak istemiş memur yazmamış Çaxe diye isim olmaz

(o zaman Kürtçe isim yazmak yasakmış ) gel senin kızına Nursel adını verelim demiş. Babam

ben Nursel Mursel bilmem demiş, benim kızımın adı Çaxe. Bu bendeki çift isim olayı bazen hoş

süprüzlerede neden oluyor, hatta bir gün beni bir arkadaşım aramış Nursel ile görüşebiliryim diye,

bizimkiler Nursel diye biri yok yanlış numara demişler. Unutmuşlar kimlikteki adımı,

benim bile ismimi algılamam zaman aldı, ortaokula yazıldığım dönem okulun ilk dönemlerinde

hocalarım Nursel dediğinde hemen tepki veremezdim. Bazen fırça yerdim hocalardan, niye cevap

vermiyorsun diye.


Sevgilim sakın gözlerimin gökyüzü mavisi gibi parlak ve aydınlık baktığını düşünme, onlarda

ismimdeki ikilik gibi hayata hep ikircikli ve ürkekçe bakıyorlar. Dudakalrım dolgun ve kırmızı ama

annesinin memesinden kesilmiş çocuk gibi somurtkandırlar. Burnum ince ve kemikli, bence burnumda

ki kemik yüzümdeki sert ifadeyi tamamlıyor. Sevgilim en sevdiğim yanım küçücük kulaklarım,

kulaklarımla şarkıcı Mercedez Sosa’nın buğulu sesini duyduğumda içimdeki çığlığı duyar gibi

oluyorum.

Canım sevgilim bana saçlarından bahset diye yazmışsın, saçlarım eskiden uzun ve lüle

lüleyd. Ben küçükken annemin kucağına oturur annem onları tek tek örerdi ve annemle birlikte

saçlarımın ucuna papatya çiçeklerini takardık, sonra bu çiçeklere sevdiklerimizin isimlerini

verirdik, saçlarım artık lüle lüle değiller ve uçlarında papatya çiçekleri de yok.



NURSEL DOĞAN

> Grup 4 <

İstanbul, seyyar satıcılıar- çocuklar, oyunlar.



Benim en çok sevdiğim kimselerdi onlar çocukluğumda,

daha sokağın başında görür görmez

para versin diye,

pencereye koşup başlardım anneme ağlamaya.

Benim hatırladıklarım,

Mısırcı, simitçi, kumaşçı, sütçü, kalaycı,

macuncu, şekerci, baloncu ve salıncakçı.

En çok dönen salıncağı severdik biz,

sıramızı savdıktan sonra

ağzımız kulaklarımızda,

öte mahalleye giden salıncakçının peşinden koşar

başka çocukları seyrederdik dönerlerken.

Misket oynamaktan sıkıldığımızda

çamurdan köfteler yapıp seyyarcılık oynardık arkadaşlarla

ve kafamızdan aşağıya su dökülene kadar devam ederdik bağırmaya.



İstanbul'un seyyar satıcıları,

hatırlarımın en güler yüzlü fotoğrafları onlar,

çocuklara balon, kadınlara kumaş, çarşaf, yorgan satarlardı.

İsim isim sayardık hepsini, hiç değişmezlerdi.



Tek katlı evlerin yerini

tek düze binalar almaya başladı,

sokakta oynayan çocuklar kayboldu,

oyunlar unutuldu, misketler akvaryumlara düştü.

Seyyar satıcılar, büyük caddelere taşındı,

belediyeden kiraladıkları zemine zincirli arabalarıyla

dükkancılık oynamaya başladılar zamanla.

Şimdi karşılaştığım hiç bir satıcı gülümsemiyor,

çoğu zaman merhabaya bile karşılık vermiyorlar.



Hala mahalle mahalle gezenleri vardır elbette

ama yok denecek kadar az sayıları.

En çok maç günleri stadyum civarında köfte, bayrak satanlar,

kahve kahve gezen simitçiler, ciğerciler.

Hala mahalle kalmış semtlerde gezinen zerzevatçılar.



İstanbul'un seyyar satıcıları,

varlıklarıyla bu şehrin fotoğrafından uzun yıllar göz kırptılar bize,

zamanla teker teker kaybolmaya devam edecekler,

büyük caddelerde, belediyeden izinli,

zincirli arabalarının başında

dükkancılık oynamaya devam edecekler.


Evrim GEZDİREN
> Grup 2 <

Lokomotif ve bir sanat eseri arasındaki bağlantı

Demokratik fikirler, özgür düşünceler ortaya atılırken, sosyal adaletten söz edilirken, reformlar yaşanırken ve bunlar sayesinde Avrupa kültürü değişime uğrarken, başka bir güç sessizce etkisini göstermeye başladı. Makineleşmeye geçiş önce iş hayatında olan insanları ilgilendirmiş, işlerini kolaylaştırmış gibi görünse de kısa zamanda bütün dünyayı etkisi altına alacak kadar büyük bir potansiyele sahipti yaratılan şey. Buharla çalışan lokomotifin icadı 1830lara denk geldi ve bu icatla bireylerin hayat tarzı ve düşünceleri değişime uğradı. Buharla çalışan, raylar üzerinde hareket eden bu makine, bir yerden bir yere ulaşımı sağlamanın ötesinde birçok şeye etki etti. Yeni ve alışkın olunmayan bir seyahat aracı olduğundan çok kazalar yaşanmış, bu kazalardan biri de Paris - Versay hattında olmuş ve büyük can kaybı olmuş. Lokomotif kullanılmaya başlanmasından sonra uzun yolculuk yapan kişilerin konaklaması için hanlar kurulmuş, yolcuların dinlenmeleri, yemek yemeleri ve türlü ihtiyaçlarını giderebilmeleri için her türlü imkana sahip mekanlar açılmış. Demiryolları için de çalışmalar yapılmaya başlanarak sinyal sistemleri kurulmuş, istasyon şefi, işaretçi, hat denetleyicisi, frenci, kondüktör, olası yangınları söndürmek üzere görevlendirilmiş itfaiye olarak iş görecek insanlar hizmete alınmış. Lamartine, bu rahat seyahatte karşılıklı oturan, birlikte uzun yol giden kişiler arasında yapılan konuşmalara, bilgi alışverişine, sosyalleşmeye dikkat çekmiş, hatta bu yolla uluslararası barışın doğabileceğine ihtimal vermiştir. 1840'larda bu icat, birçok sorun ve masrafı da beraberinde getirdi. Çok sayıda hat projesi yapıldı, çoğu hayata geçirildi, davalarla uğraşıldı, birçok şehir tahrip edildi, kasabalar çevrelerinden ya da içlerinden geçen trenlerden rahatsızlık duydu, kömür ve demir ticareti patladı... Lokomotifin icadı takdir edilen, beğeni toplayan bir yenilik oldu. Endüstri devrinin ürünleri arasında trenden ve tren kültüründen esinlenilerek yazılan tasvirler, şiirler gösterilebilir. Tren düdüğünün sesi, işaretçi, yakınını bekleyen insanlar, bekçi fenerleri bu öğelere örnek gösterilebilir. Tren aynı zamanda günümüz edebiyatının varoluşunun bir parçası. 19. yy. boyunca örneklerini görmek mümkün. Zola'nın 'Human Beast', Hardy'nin 'The Journeying Boy' örneğin. Frith'in 'The Railway Station' adlı eseri de o dönem ruhunu taşır. Demiryollarının yapımı mimari sanatını da doğrudan etkilemiştir. Tren geçişine uygun yollar bulmak, o yola uygun, düzgün şekilde binalar inşa etmek, mimari sanatının değişimlere uğramasını kaçınılmaz kılmıştır. Bir kültür ürünü olarak trende kullanılmak için icat edilen 'bilet' de o dönemde ortaya çıkmış, 1838'lerde kullanımı son derece yaygınlaşmış, adeta dünyada patlama yaratmıştır. Günümüzde tren, Avrupa'da bayağı bir kolaylık sağlayan, konforsuz bir taşıt olarak çağrışım yapmakta. Türkiye için ise hızlı, trafiğe maruz kalmadan ilerleyebilen toplu taşıma aracı tanımından öte bir şey değil.



Kaynak: From Dawn To Decadence, Jacques BARZUN.


Buyçe YEŞİLBAŞ
> Grup 2 <

KASSAS

Kassas oyununun tasarım ve yönetimi Övül Avkıran ve Mustafa Avkıran'a ait. Oyunun adının Kassas olmasının sebebini şöyle açıklamışlar : "Eski zamanlarda Kassas, kafasından hayali hikayeler anlatan, anlattığı hikayeye kendisini de katan ve kıssadan hisse çıkartan gezgin anlatıcılara denirmiş. İstanbul'un şimdiki Kassasları olsa olsa seyyar satıcılardır dedik, İstanbul kazan biz kepçe peşlerine düştük". Gerçekten de macuncusundan çiçekçisine, kalaycısından şerbetçisine hepsinin ayrı ayrı hikayeleri var. En üzücü olan ise bu insanların senelerdir İstanbul'da olup anca ekmek parası kazanabilmeleri, içinde yaşadığı ve şu anda 2010 Kültür Başkenti ilan edilen İstanbul'un boğazını, Topkapı Sarayı'nı, Gülhane Parkı'nı görmemiş olmaları. Çoğu tiyatroya, sinemaya hiç gitmemiş. Bu hikayeleri onların ağzından dinlemek çok etkileyiciydi. Öyle gerçekçi, öyle samimi konuşuyorlardı ki onlar gülünce izleyici de gülüyor, onlar derdini söyleyince izleyici o üzüntüyü paylaşıyordu, karşı karşıya sohbet eden iki insan gibi. Çok şey değil, sadece rahat bir yaşam, kiradan kurtulmak, çocuğunu görebilmesine yetecek kadar para kazanmak,sayesinde 3 5 kuruş kazanabildiği arabasını rahatça, zabıta korkusu olmadan güzel bir yere açıp o akşamın yemek parasını
çıkarmak... istedikleri bunlardı. Konuşmaların kağıttan okunmasına gelince. Bence bu oyunun büyüsünü riske atmamak için yapılması gereken birşeydi. O kadar çok ve uzun şeyler söylendi ki. hatta bazıları sayısaldı, unutulması halinde o sürükleyicilik uçar giderdi. Zaten onların konuşmaları da çok şey değiştirmedi. Biz her şeyi en duru haliyle seyyar satıcılarımızdan öğrendik yine, tertemiz Anadolu insanından. En son hepsine teker teker nereden geldiklerini sordular, hepsi doğduğu yeri söyledi. Ardından İstanbulluyum dedirttiler ve onlar da gururla İstanbullu olduklarını söylediler teker teker. Bu gururu taşımakta haklılar hepsi İstanbul'un birer kültür öğesi. En basit örneğinden yazın sokakta bir mısırcı, kışın kestaneci, bozacı görmezsem moralim bozulur benim. Onların bize, bizim onlara ihtiyacımız var.

Buyçe YEŞİLBAŞ
> Grup 2 <