Cuma, Aralık 18, 2009

Hezarfen Ahmet Çelebi

17. yy.da yaşamış bilim adamlarından Hezarfen Ahmet Çelebi ve onun yaptıklarıyla,hikayesi bana hep çok ilgi çekici olarak gelmiştir.
Bazı kaynaklara baktığımızda ,ilk uçan adam olan Hezarfen Ahmet Çelebi'nin,çağından yüzyıllarca önce aynı düşünceyi gerçekleştirmek isteyen Türk bilgini İmam Cevher'i örnek aldığı yazmaktadır.Ayrıa Hezarfen Ahmet çelebi'nin Leonardo Da Vinci'nin kuşlar üzerine yaptığı çalışmalardan ilham aldığı yazmaktadır.Çelebi ilk ''uçan'' insandır.Trafik sorunun olmadığı bir dönemde ,''ilkel''şartlar altında,Galata Kulesi'nden kuş kanatlarına benzer bir araçla kendini boşluğa bırakan Hezarfen Ahmet Çelebi,ilk zamanlar dönemin padişahları IV.Murat tarafından çok takdir edilse de,bilime olan merakı ve kendini geliştirme aşkı yüzünden sürgüne yollanmış ve orada da vefat etmiştir.
Hakkında kısıtlı bilgilere sahip olunan Hezarfen Ahmet Çelebi'ye olan hayranlığımın bir diğer nedeni ise;okumayı,düşünmeyi,araştırmayı(başka ülkelerin bilim adamları ve sanatçılarını merak etmesi) pekte fazla sevmeyen Türk insanlarının içinde olmasına rağmen merakını bastırmayıp,evinde sürekli deneyler yapması ve farklı bilim adamları ve sanatçıların yapıtlarına(Leonardo Da Vinci,İmam Cevher vs..)olan ilgisidir.Günümüzde bile varlığını küçük yaşlardan sonra kaybettiğimiz ''aman öğrensek ne olucak ya da ne değişecek ki''diye bastırdığımız ''merak''duygusuna Çelebi had safhada sahiptir.O yıllarda ki,o ilker şartlara rağmen,kısıtlı kaynakları kendine ışık olarak kullanması,merak duygusunun var olması ve bunu törpülememesi(merakı yüzünden sürgün edilip,sürgüne gittiği yerde vefat etmesine rağmen),başarısız denemelerinden sonra bile vazgeçmemesi ve bir ilki (uçmayı)başarması,kendine yeni bir şeyler katmak adına evinde kendi kendine deneyler yapması Hezarfen Ahmet Çelebi'ye olan hayranlığımı kat kat arttırmıştır.

Işıl ARIN
> Grup 4 <

Obama the Kukla

Günümüzün hükümdarı mükemmel bir kukla olabilmeli. İpleri oynatana ses çıkarmadan boyun eğebilmeli öncelikle. Peki bu kuklayı topluma nasıl sunmalı?

Medya avucunda olmalı. Bugün büyük kitlelere ulaşmanın tek yolu buradan geçer ve propagandanın en sıkı dostudur medya. Eğer medyayı iyi kontrol ederseniz, toplum da emrinizde olur. (1) halkla ilişkiler uzmanı olmalıdır, hitap şeklinden oturmasına, sunduğu imaj mükemmel olmalı, bir Hollywood yıldızı edasıyla hareket edebilmelidir bu kukla. İmaj herşeydir ve bu çok çeşitli dünya toplumunda Yahudi, Müslüman herkese hitap edebilmelidir. İsim bile önemlidir. Barack Hüseyin Obama sadece adıyla bunu başarmıştır. (2)

Aldatma üstadı olmalıdır bu kukla ve yarattığı yanılsamayı inandırıcı kılmalıdır yaptıklarıyla. Tükendiği iddia edilen doğal kaynak kullanımından alternatif (joetermal, güneş, su, rüzgar) enerji kullanımına yönelmelidir. Herkesten daha “yeşil” bir yaklaşım olmalıdır bu gezegene ve uzaya taşmalıdır. ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’nden (NASA) daha başarılı bir idaresi olmalıdır. Buradaki tükenince oradakinin tekeli onun elinde olmalıdır. Savaşlardan ve ölümlerden bıkmış bu dünyada s,lah ve savaş sanayisinde yalınlaşma olmalıdır izlediği politika.

En önemlisi insanlara özgürlük sunmalıdır, çünkü özgürlük insanın temel taşıdır ve özgürlüğü aramak ve soruşturmak insan evriminin merkezidir. (3) her insanın yaşamaya, su içmeye ve bu havayı solumaya ihtiyacı vardır. Fakat daha da öenmlisi bilgiyi elinde tutmaktır. İnsanları kendi hayatlarının üstündeki kontrolden men etmenin yolu budur. (4) Kontrolü kendinde olmayan eninde sonunda teslim olur.

Kaynaklar:

1: Noam Chomsky, Media Control – The Spectacular Achievements of Propaganda 2. Edition An Open Media Book, Seven Stories Press / New York, sayfa:11-13

2: Barack: Hebrew word “Baruch” www.nameroots.info/search.php Hüseyin: Müslüman ismi Obama’nın ise İngiliz misyonerlerinin Afrika’da edindiği bir isim olduğu rivayet edilmekte

3: Noam Chomsky, Goverment in the Future – Open Media Series, Seven Stories Press, sayfa:10-11

Von Humboldt, Limits of State Aetron, bölüm:8 sayfa:76

4: Noam Chomsky, Media Control The Spectacular Achievements of Propaganda 2. Edition

An Open Media Book, Seven Stories Press / New York, sayfa:10 - “Public must be barred from managing of their own affairs and the means of information must be kept narrowly and rigidly controlled.”



Suzin AKALAN

> Grup 1 <

B612'den Dünya'ya

İçine iki Dünya Savaşı sığdırabilmiş bir yüzyılın çocuklarıyız biz.İnancın terörle birlikte anıldığı bir ortamın havasını soluduk.Bugün benim yaşlarımda olanlar henüz bebekken yüzleştiler nükleer sorunuyla.Silah markalarını, patlayıcı adlarını daha iyi bilir olduk oyun adlarından.Çocukları vurulmuş, çocukları öldürülmüş, çocukları asılmış bir ülkenin kaosunun gölgesinde, içlerindeki çocuğu öldürerek büyüyen sözüm ona "indigo"larız hepimiz.İndigonun bar, kirlenmenin de "güzel" olduğu bir dönemde meziyet sahibi bir lider bulmayı hayal sanırdım.Pek de akıllı olmayan hayalgücüm dahi lider kelimesinin yanına yakışabilecek sözcükleri bulamıyordu öyle ki. "Dürüst Lider" olabilir miydi? Ortadoğu'dan çekileceğini açıklayıp ilk yatırımını orduya yapan "Siyah Adam" olmasaydı belki...Ya "Cesur Lider"? Lezbiyen kızını reddetmek yerine arkasında durabilseydi "biri", tıpkı kan dökerken koltuğunda durabildiği gibi...Tam da bu umutsuzluğun içinde kaybolup "Lider"i otobüs firması olarak kaydetmek üzereyken hatırladım yıllar önce tanıdığım gerçek bir önderi Le Petit Prince nam-ı diğer Küçük Prens'i.

Küçük Prens (Le Petit Prince) (1) Antonie De Saint Exupery’nin Almanya’nın Fransa’yı işgal etmesi üzerine gittiği Amerika’da yazdığı kitaplarından biri ve de adanıdan en çok söz ettireni. Kendisi bile başlı başına “ideal” örneği olan Küçük Prens’in tilki ile yaptığı konuşmada geçer benim aradığım cevap.Küçük Prens’e kendisinin niçin evcilleştirmesi gerektiğini anlatırken şöyle der tilki: “Sadece ecilleştirdiğin kişiyi anlayabilirsin. İnsanlarınsa hiçbirşeyi anlayacak vakitleri yoktur.(...)Sözgelimi sen şimdi benim için yüzbinlerce oğlan çocuğundan birisin.Ne senin bana gereksinimin var ne de benim sana.Ben de senin için yüzbinlerce tilkiden biriyim.Ama beni evcilleştirirsen birbirimize gereksinim duyarız.Sen benim için dünyada bir tane olursun ben de senin için.(...)Gülünü bunca önemli kılan uğruna harcadığın zamandır.”

Yöneticisi olan toplumların ihtiyaç duyduğu “ideal lider” formulü de bu bence:evcilleşmiş olması.Geldiği yere ait ve laik olması...Bir lider halkının tamamına aynı mesafede durabiliyor ve tamamının hayatından ne eksik ne fazla kendi hayatı kadar endişe duyabiliyorsa, bir işe imza atarken ya da o işi seçerken seçilmiş ve özel biri olduğunun bilincinde hareket edip kendisini seçenlerin de özel olduğunu unutmadan yaşayabiliyorsa işte o vakit gerçekten “lider” olur.Ancak böyle bir durumda mümkündür Had Gadia’nın (2) bir parçası olmamak,düzene uyup kirlenmemek, dünyanın bir yanında çocuklara bayram hediye ettiği için böbürlenilirken diğer yanında döneminde verdiği sürgün kararlarıyla diktatör olarak anılıp aynı sebeple Küçük Prens diye bir kahraman yaratılmasına sebep olmadan (3) herkes için eşit olabilmek.Ego var oldukça kolay olmayacaktır tabii ki bu kadar törpülenmek.Ancak tilkinin de dediği gibi; “insan evcilleştirmeyi kabul etti mi, biraz gözyaşını da göze almalı?"



Kaynaklar:

1: www.kucukprens.org Erişim Tarihi:02.12.2009

2: Had Gadia üzerinde var olan tartışmalara rağmen genellikle İsrail'e ait olduğu kabul edilen bir çocuk şarkısıdır.El Kavretiko olarak da bilinir.Dinlemek için; http://www.vidivodo.com/172105/free-zone-had-gadya

3: (Y.N):Küçük Prens'te B612'yi keşfeden Türk "diktatör" Mustafa Kemal, B612 ise Mustafa Kemal'in Türk Tarih Kurumunu kurmasına vesile olan ve araştırılmasına dair yazılı emir verdiği Kayıp Mu Kıtası(Atlantis)dır.
Hale BAYRAK

> Grup 1 <

Prens

The Prince, Machiavelli’nin, Medici Ailesi’nin Floransa’daki hakimiyetini artırması ve gücüne güç katması için bir yol gösterici olarak kaleme aldığı bir eser. Machiavelli’nin çok keskin hatlarla çizdiği The Prince portresinde, onun ülkesinin güç ve dengesini koruyabilmesi için gerekli olabilecek her türlü acımasızlık ve ahlaksızlığın meşruluğunu ortaya koymuştur.

15. yy.da en güçlü olma hevesiyle dini kullanarak müslüman-yahudi soykırımı yapan Kral Ferdinand kimliğindeki prensin siyaset anlayışı, bügün de aynen varlığını sürdürmektedir. İktidarı ellerinde tutanların rejimlerini devam ettirebilmek içinher türlü yolun mübah olduğu yönündeki Makyavelist anlayışları, aslında dünyanın dengesini bozmakta ve insanlığı kasıp kavurmaktadır. Evanjelist inancına sahip Bush’un kendisini Tanrı tarafından görevlendirilmiş bir elçi sıfatıyla görüp meşrulaştırdığı Irak katliamı buna en iyi örnektir. Makyavelist anlayış, ABD-İsrail ikilisinin dünya üzerindeki işaretleri meşrulaştırırken de bir günah babası olarak apaçık kendini ortaya koymaktadır.

Bir prens onur sahibi olmalı, cesaret, , dürüstlük örneği göstermeli evet; ama kendi çıkarları uğruna soykırım icra eden bir anlayış ne kadar onurlu bir davranış sergilemiştir acaba? Prens’in onuru sadece kendi milletinin çıkarları söz konusu olunca mı devreye giriyor acaba? Dünyanın küreselleştiği, post-modernizmin geçerli olduğu şu dönemde, çağımız prensinden beklenen kucaklayıcı olmasıdır din, dil, ırk gözetmeden. Temelde insan olmanın, özelde lider olmanın gereği olan prensin adaleti, sınırları aşarak kuşatmalı bütün alemi. Sergilediği tutarlı davranışları ve özüyle sözünün örtüşmesiyle bir model olma yükümlülüğünü en iyi şekilde taşımalıdır. Prens olmanın bir ayrıcalık değil, beraberinde ağır bir sorumluluk getirdiği bilinciyle toplumda barışı, sukuneti ve refahı sağlamaya azmetmelidir. Şimdi ki durumdan daha iyi bir geleceği öngörebilme yeteneğiyle ileriye dönük, getirisini götürüsünü hesaplayarak geniş planlar yapabilme ve bunu yüksek özgüveniyle uygulamaya koyabilme kabiliyetine sahip olabilmelidir bir Prens. Bulunduğu ortama hakim olabilmeli, her bakışı, her adımı birşeyler atmalı tebasına.

Evet, en önemlisi de Prens bir misyona sahip olmalı ve bunun için mücadele; insanca yalnız ve yalnız insanlığın huzur ve barışı için yapılmalıdır.


Kaynaklar:

http://nedir.antoloji.com/evangelist

www.felsefe.gen.tr/machiavelli_makyavel_prens_kitabi.asp



Merve Dumlupınar ASLAN

> Grup 1 <

Sounds of Venice

Sesler neye göre müziktir ve buna kim karar verir? Maria Callas’a şarkıcı mı denir yoksa gürültücü mü? Aydın Esen müzisyen ama ben neden değilim? İdil Biret’in mutlak kulağı olması ya da bir kere deşifre ettiği eseri ikinci çalışında ezberden çalması neyi değiştirir? Yoksa hepsinden keyiflisi yan komşunun duşta söylediği şarkılar mıdır acaba? Ya ben bunu beğeniyorsam? İşte, 20. yüzyıl klasik müziğinde, “düzenin nasıl olacağına karar verme” fikrine karşı gelişen yaratıcılık tutumu, bu ve bunun gibi sorular neticesinde çağımız klasik müziğinin ana görüşü oldu ve bu noktadan sonra “klasik müzik” kavramı kendi düzleminde yerini “Yeni Müzik”e bıraktı. Bu yeni çağın en önemli isimlerinden biriyse şüphesiz müzik filozofu olarak anılan ve “her yerde her şey müziktir” diyen John Cage oldu.

Lise yıllarında John Cage’in müziğiyle tanıştığımda, aşırı tutucu ve klasikçi beğeni kriterlerim onu bloke etmiş ve yıllarca kulaklarımdan içeri sokmamıştı. Fakat şunu da kabul ediyorum; hala tutucu sayılabilecek bir dinleyici olarak, duyu sınırlarım dışında, fikirlerine hayran olduğum bir John Cage gerçeği var. Kendisinin de en sevdiği ve en önemli çalışması, 1952 yılında değil Cage'in, bütün müzik tarihinin belki de en ilginç konserine sahiplik eden 4' 33''dir. Kompozisyon, 4’33’’ boyunca icracıların sessizce yerlerinde oturmaları üzerine kurulur. Her icra edilişinde sessizlik rastlantısal seslerle bozulur ve eser yeniden bestelenmiş olur. Kısacası, “John Cage?” diye sorarsanız “rastlantısallık”, “deneysellik” ve “hayattaki bütün seslere kucak açmak” diye bir cevap alabilirsiniz.

Özellikle son 25 yıllık döneminde eserlerinde teknolojiyi yoğun olarak kullanan John Cage’in 1959 yılında kompozisyonunu yaptığı “Sounds Of Venice” adlı eseri ise isminden de belli olduğu üzere bir şehrin sesleriyle yapılmıştır. Eserde şarkı söyleyen bir adam vardır ama bu adam bilinçli olarak bu eser için şarkı söylemez. Çünkü şarkı söyleyen adam “gondolcu”dur ve büyük ihtimalle o sırada birinin sesini kayıt ettiğini bilmiyordur. Eserin diğer kahramanları ise, cıvıldayan kuşlar, bir insan miyavlıyormuş hissi uyandıran bir kedi, çalınan kilise çanı, telefon sesi, yürüyen birinin ayak sesleri, klasik jazz orkestrasının çaldığı bir parçadan kesit, derince çektiği sigara dumanını üfleyen biri ve bir takım daha az belirgin sesler…Bazı çok belirgin sesler dışında gerisi sizin hayal ettiğiniz Venedik olacaktır. Belki Büyük Kanal 'ın girişinde Santa Maria della Salute Kilisesi'nin önünde vaporettodan inmiş, telefonu çalan ama önündeki “Beni sev” diye sırnaşan kediyi sevmekten telefonuna bakamayan bir turistsinizdir. Dar sokaklara dalıp yürürken bir sigara yakmışsınızdır, cd’den klasik caz çalan bir kafenin önünden geçip otelinize doğru yola koyulmuşsunuzdur ya da şarkı söyleyen o gondolcunun ta kendisisi de olabilirsiniz. Bir şey kesin ki, John Cage’in bu eserini açıp, gözlerinizi kapadığınızda, Venedik’i hiç görmemiş de olsanız, sokaklarında yürürken “gondolcu”yu dinliyor olacağınızdır.



Kaynaklar:

http://www.johncage.info/index1.html (discography)


Müge ZÜMRÜTBEL

> Grup 1<

Venedik Bienali

Dünyanın en çekici ve doyurucu bienallerinden birisi olan Venedik Bienali ilk olarak 1895 senesinde düzenlenmiştir. 1930 senesi içerisinde eklenen ve ortaklaşa yürütülen müzik, sinema, tiyatro festivalleri ile birlikte yaklaşık 300000 katılımcıyı ağırlamaktadır. Geçtiğimiz ekim ayının üçünde gerçekleşen Selim Sesler konseri vasıtasıyla, turne menejeri olarak Bienal’i görme fırsatım oldu. Yukarıda bahsettiğim iç içe geçmiş festivaller bütününün müzik ayağı, grubun gerçekleştirdiği konser ile son buldu.

Şehir coğrafi olarak “Burada Bienal yapmalıyız!” deyip öyle kurulmuş gibi adeta. O köprüden bu köprüye yürümek yorucu olsa da, birbirine yürüme mesafesinde olan mekanlar sayesinde size İtalya’nın Bienal şehrine gelmişsiniz gibi hissettiriyor. Şehrin tamamı etkinlikler ile bütünleşmiş durumda. Bienal biletleriyle indirimli veya ücretsiz ulaşım, biletini gösterene her yerde indirimli yemekler vb. Kolaylıklar sağlıyor. Bu şekilde, İstanbul’daki gibi etrafa 50cm*70cm posterler yapıştırmak yerine, tüm şehir ve yaşayanları size bütünüyle bir bienal deneyimi yaşatıyor.

İstanbul’da me şekilde uygulanabilir bilmiyorum ancak parçası olduğumuz çağdaş müzik festivali 53. yaşını kutluyor ve Bienal’in kitlesi ile muhteşem bir ahenk içinde bulunuyor. Değinmeden geçmemek lazım, “merchandising” öyle iki tane tshirt, kitapçık falan değil. Venedik Bienal’i silgisi, çakmağı, shot bardağı, ansiklopedisi, büyük broşürü, defterleri... Aklınıza ne gelirse! İnsanların bu ürünleri almak için ite kaka kapışmalarına da şahit oluyorsunuz, bu da ne denli önemli bir etkinliğin parçası olduğunu hissettiriyor insana.

Venedik batar mı batmaz mı tartışmaları devam ededursun, en az tarihi binaları, coğrafyası kadar öneme kavuşmuş şehrin şanslı Bienali.


Kaynaklar:

Venedik Bienali internet sitesi: www.labiennale.org/en/biennale/history

Murat SEZGİ

> Grup 1 <

Venedik’te Kış

Daha önce Venedik’i hayal ettiniz mi ya da gitmediyseniz eğer, düşlerinizdeki Venedik nasıldır? Ben hep güneşin pırıl pırıl aydınlattığı, neşeli –ki bunda Venedik Karnavalı’nın etkisi yadsınmaz- bir kent hayal ederdim. Esbjörn Svensson Trio’nun “Winter in Venice” albümüyle tanışana kadar... Sonrasında fotoğrafların, filmlerin ve anlatılanların aksine kendimi, karlar altındaki Venedik sokaklarında, ağlamaklı bir ruh haliyle, kulaklarımda “At Saturday” adlı parçanın birinci bölümü çınlarken bulmak, benim yeni Venedik rüyam oldu.

Venedik’e bakış açımı değiştiren, İsveçli caz piyano üçlüsü olan grup, albümü oluşturmadan önce bir kış Venedik’te yaşayıp ardından, öncesinde hiçbir hazırlık yapmadan, üç gün boyunca kendilerini stüdyoya kapatıyor ve doğaçlama olarak çalıyorlar. Müzikal kaygılardan arınıp, sadece kentin hissettirdiklerini notalarına dökebilmek için.

Venedik’in sanatla bütünleşmiş yapısının etkisiyle olsa gerek, diğer albümlerinin aksine bu albümde elektronik müzik ritimleri kullanmamayı tercih ediyorlar. Yazın kalabalığından nispeten uzak, kasvetli kış Venedik’in etkisiyle de kariyerlerinin en naif, en dingin albümlerini oluşturuyorlar.

Grup, albümü çıkardıkları 1997 yılından 11 yıl sonra grubun piyanisti, aynı zamanda beyni olan Esbjörn Svensson’un dalış sırasında hayatını kaybetmesi sonucu belki de bir daha hiç uyanmamak üzere derin bir uykuya dalıyor ardında birbirinden güzel notaları bırakarak.



Sibel AKSU

> Grup 1 <

De La Vertu (1)

Tabiatı gereği insan, değişken ruh haline sahiptir. Bulunduğu ortama ve koşullara bağlı olarak takındığı hal şekil değiştirir, esnektir. Hayatın değişkenliği paralelinde ne kadar insan varsa o kadar da değişken ruh hali vardır. Toplumsal ilişkiler ve egemen zihniyetin insana şekil vermesinin yanında, bir de insanın kendi kontrolünde olan bir şekil alma hali vardır. Bu ruhsal bir güçtür. Adı da “erdem”dir. Azim ve sağlam karakter gerektirir. Süreklilik ister. Bazı durumlarda gösterilecek bir tutum değil her olayın içinde gösterilebilmesi esas olan bir tutumdur.

İnsanı, olaylar ve durumlar karşısında alacağı tavırlar ve vereceği kararlar belirler. Bir yerde cesur ve gözü pek bulduğumuz bir kişi başka bir yerde korkak ve pısırık davranabilir. Bu garip davranış değişikliğinde kasıt ve karakter düşüklüğü söz konusu ise bağışlanamaz ama çoğunlukla insanı içinde bulunduğu öfke, baskı, korku, yoksulluk, zorunluluk gibi durum ve şartlar farklı davranmaya iterler. Montaigne “Yattığım yöne göre ruhum bir görünüm alır”(2) der.Fakat Montaigne’nin aradığı asıl insan tipi bu kadar çok değişken ve tezatlıklar gösteren insan değildir. Övülecek olan insanın kendisi değil, onun eylem, davranış ve kararlarıdır, erdemidir. Bu ideal tipte erdemli bir insan olmak da, böyle bir insan bulmak da kolay değildir. Lâtin filozofu Seneka’nın dediği gibi, “Hep aynı insan olmak çok zor ve büyük bir iştir.” (3)

Fakat bir de öfke duygusu vardır ki; hiçbir şey öfke kadar insan duygularını kontrolden çıkaramaz. Kızdığımız zaman bağıran, konuşan biz değil, hırsımızdır. Montaigne’in De La Vertu adlı denemesinde sözü geçen kıskanç kadın ve kocası hikayesinde, büyük bir öfkeye kapılıp cinsel organını kesen ve hakaretini irdelemek için kesik organını eşine atan adam, mantığı yerine gelince kendi kendinin kurbanı olduğunu anlar. Latince bir kelime olan “virtüs” cesaret, erkeklik anlamına gelir. Fakat Montaigne’e göre buradaki cesaret, öfke sonucu ortaya çıkmış anlık bir tepki ve cehaletten ileri gelen eylemdir, erdemsizliktir. İnsana ait olan tüm bu ruh hali değişimlerinde doğru olan, erdem anlayışını koruyabilmektir. Sorunların çözümü buradadır. Esas cesaret erdemli olabilmektedir.


Kaynaklar:

Montaigne- Denemeler

Türkçesi : Sabahattin EYÜBOĞLU

Cem Yayınevi

e-kitap (.pdf) sayfa : 70-71-80-81

Essais de Montaigne

Par Amaury Duval

e-kitap (.pdf) sayfa: 196-211

(Doğan Kospançalı Fransızca metinden özet çeviri yapmıştır.)


1: Montaigne’in “Erdem Üzerine” adlı denemesi (FR)

2: Duran Nemutlu, Sosyal Bilimler Dergisi, Mayıs 2003, Cilt:27, No:1, Sayfa: 145 (Montaigne,T.2.,1968.405)

3: Montaigne- Denemeler ( Kitap-2 Bölüm 25)



Müge ZÜMRÜTBEL

> Grup 1 <



Bireysel Özgürlük

Martin Luther “A Christian man is a perfectly free lord, subject to none.” Derken her bireyin kişisel bağımsızlığı olduğunu, aslında her insanın kendi kendinin rehibi olduğunu yani Tanrı ile arasına başka birine ihtiyaç olmadığını vurgulamak istemiştir.

Endüljans alarak boş yere Kilise’yi zengin etmek, Kilise’nin kölesi olmak yerine birebir Tanrı’dan affını isteyip, tövbe edilebileceğini söylemiştir. Böylece Kilise’nin, Papa’nın kulu olacağına sadece Tanrı’nın kulu olabilecektir. Lakin bu sözüyle insanın her şeyi yapabilecek kadar özgür olduğunu söylemiş, bu soylemini dengelemek içinse; “A Christian man is a perfectly dutiful servant of all, subject to all.” demiştir. Böylece insanın topluma karşı sorumluluğu olduğunu, her kafasna eseni yapamayacağını belirtmiştir. İdeal birey, ideal toplum düzeni oluşturmuştur. Luther aslında bu düşünceleriyle dengeli, özgür bir toplumun temellerini atmıştır. Sadece Hristiyan topluluğu için değil, tüm insanlık adına, çağımıza kadar “gelen”, gelmesi gereken düzeni kurmak istemiştir. Çağdaş bir bireyin toplum içinde özgür olduğu kadar, uyması gereken kurallar ve diğer insanlara karşı sorumlulukları vardır. Her insanın hangi dine bağlı olacağına, kime, neye inanacağına, hangi partiye oy vereceğine, nerede ne yemek yiyip, ne işle meşgul olcağını seçme özgürlüğü vardır fakat toplumun belli başlı kurallarına da uymak zorundadır.

Martin Luther King Jr. Bunu şöyle özetlemiştir; “Bir şahıs, kendi bireysel kaygılarına dair dar kalıpları aşıp, tüm insanları ilgilendiren daha geniş sorunlara eğilemediği sürece yaşamaya başlamış sayılmaz.” (1)

Kaynaklar:

From Dawn to Decadence – Jacques Barzun

1: www.brainyquote.com/quotes/keywords/individualistic.html



Ledün KIZILIRMAK
> Grup 1<


ÜTOPYA

Thomas More'un kazandırdığı Ütopya kelimesi, -olması gereken devleti- anlattığı kitabı ve yalnız o ülkenin adı olmaktan çıkıp bu türdeki yazının genel adı olmuştur. Genel özellikleriyle, Thomas More'un Ütopya adındaki adasında mülkiyet ortaktır, herkes ihtiyaç kadar üretir ve ihtiyaçları kadar kullanır, Ütopya sakinleri günde 6 saat çalışmak zorundadırlar, geriye kalan zaman kendilerini bedensel ve zihinsel olarak geliştirebilecekleri çeşitli uğraşlara ayrılmıştır.Yurttaşlar yönetim ve varsa yönetimde oluşan çarpıklıklar hakkında konuştuklarında susturulmazlar ve Ütopyalılar savaşa karşı bir tutum benimsemişlerdir, esirlerin çocukları özgür ülke vatandaşı sayılırlar.
Diğer bir ütopya da Francis Bacon'ın Yeni Atlantis'idir.(Bacon da lord chancellor'luk yapmış.) More'un toplumun çarpık düzenine karşı bir eleştiri niteliğinde yazdığı ütopyasında önem verilmeyen maddi güç ve para, Bacon'ın içinde yetiştiği dönem dolayısıyla yapılan yorumlara göre bu düzende çok fazla eleştirdiği bir konu değildir.(More, krala başkaldırarak chancellorluktan çekilirken, Bacon rüşvet aldığı için bu görevden uzaklaştırılmış.) Yeni Atlantis'te, Peru'dan Çin'e ve Japonya'ya giden gemiciler Yeni Atlantis diye anılan Ben Salem adasına varırlar, adalılar, bir mucize sonucu denizden yükselen bir ışık sütununun üstünde haç gördükten sonra Hıristiyanlığı benimsemişlerdir. Avrupalıları ahlaki açıdan eleştirirler, orada kötü,cinselliğin kullanıldığı hiç bir yer ve insan olmadığını, basitçe tanışıp evlendiklerini söylerler. Bacon, More'un ütopyasındaki eş seçimiyle ilgili bölümü eleştirerek evlenmeden önce birbirlerini çıplak gören çiftlerin beğenmedikleri takdirde karşı tarafı reddetmelerinin hakaret olduğunu, buna Yeni Atlantis'te her şehrin yakınındaki iki havuzda evlenecek olan çiftlerin arkadaşlarının evlenecek olanları çıplak görmelerine izin vererek daha iyi bir çözüm bulunduğundan bahseder. More için uygarlık, halkın yönetime eşit haklarla katılması ve servetin eşit dağılımıyken Bacon'a göre ön planda olan yönetimden çok bilimin ilerlemesidir, ona göre uygarlık bilimin insan hayatına egemen olmasıdır.''Yeryüzünün en soylu kurumu'' olarak nitelendirdiği Süleyman'ın Evi adındaki bilimsel çalışma kurumundan ve burada yapılan ameliyatlardan,meteoroloji kulelerinden ve aşılamalardan söz eder.
Ben Salem'i bu araştırma kurumunun önde gelenleri yönetir. Platon'da da olan kendi çıkarlarını gözeten oligarşik bir yönetim isteği açısından benzerlikler gördüm(filozofun devleti yönetmesi,zengin bilim adamlarının Atlantis'i yönetmesi). Ütopya'da eğitim, tüm halka katkı sağlayan, geliştiren ve toplu ilerlemeyi sağlayan bir uğraşken Yeni Atlantis'te biraz daha halktan kopuktur.
Diğer bir ütopya ise Tommaso Campanella'ya ait Güneş Devleti'dir. (Civitas Solis) Bu kitabı, İspanyol boyunduğuna karşı katıldığı ayaklanma sonucu 27yıl mahkum edildiği zindanda yazmıştır.Kitabında Ütopya'dan esinlendiğini anlatır.Güneş Ülkesi'nde de halk ülkenin varını yoğunu paylaşır ve birlik içinde yaşarlar, yemekler ortak sofrada yenir, burada yaşayanların evleri, odaları, tüm eşyaları ortaktır.(Moskova'daki bir parkta Marksizm'e katkıda bulunan on düşünürün adının arasında Thomas More ve Campanella'nın da isimleri varmış.) Güneş Devleti'nde maddiyatın önemi azaldıkça insana duyulan sevginin arttığı düşünülür, burada başka dinlere de saygı vardır ve şükrettikten sonra ayrım gözetmeksizin Hristiyan,Pagan,Yahudi kahramanlar hakkında hikayeler de anlatılır. Günde 4 saat çalışırlar ve geriye kalan zamanı Ütopyalılar gibi sanat,bilim ve diğer uğraşlara ayırırlar. Hasat ve ekim zamanlarında imece usulü çalışırlar ve kadın-erkek ayrımı yoktur. Bilim Ütopya'daki kadar önemli ve din etkisinden uzaktır.Yeni Atlantis etkisiyle yelkensiz ve küreksiz gemiler yaptıklarını söylerler. Ülkeyi rahip yönetir (oysa Ütopya'da laik bir yönetim vardı). Sağlıklı bir soy yetiştirmeye çalışırlar. Yöneten rahip kalıcıdır ve ancak kendi isteğiyle yönetimi devredebilir. Astrolojiye kadın-erkek ilişkilerinde önem verilir, eş seçimi beden durumları göz önünde bulundurularak yönetim tarafından bireyler için yapılır. Ütopyalıların aksine savaşmayı severler.Cinselliğin toplum yararına düzenlendiği söylenir. Burada makinalar önemlidir (Aristotales'in ''gerekli makinalar olsa kölelere gerek kalmazdı'' düşüncesi etkisiyle olabilir.) Karşılaştırınca Ütopya'nın, diğer iki ütopyaya göre en ılımlı ve mantıklı olan olduğunu düşünüyorum, Bacon'ınki siyasi ve yönetimle ilgili bir tablo çizmekten çok bilimin geliştirildiği ve tek amacın bu olduğu bir yer, Güneş Devleti de, devletin bireylerin hayatında daha çok söz sahibi olduğu, daha çok etki ettiği ve özgürlüğün daha çok kısıtlandığı bir yer gibi, hatta günümüz distopyalarına neredeyse benziyor. Daha az duygu, makineleşmiş bireyler, ''akıl'',''güç'',''sevgi'' diye, Orwell'in 1984'ünde olduğu gibi üçe ayrılmış, özel hayata daha çok etki etmeyi kendisinde hak gören yönetim... Ütopya'daki haliyle neredeyse tam anlamıyla olması gereken, en iyi yönetim gibi ancak hayata geçtiğinde ne kadar iyi de devam etse etkiler sonucunda ve işin içinde insan faktörü ve egosu olduğu için zamanla saflığını kaybeden bir durum var, bu etkenler olmasa belki hiç bir ütopya distopyaya dönüşmezdi.

Emel PİLAVCI
> Grup 2 <

Pazar, Aralık 13, 2009