Perşembe, Mayıs 13, 2010

KURUMSAL PROJE


“Ülker” markasının yaratıcısı, şirketin kurucu ve onursal başkanı Sabri Ülker; “Çocukları mutlu edecek ürünler ürettim, sizler de kaliteli ve yeni ürünlerle onları sevindirmeye devam edin, aynı zamanda onları mutlu edecek projeler üretin.” diyerek sesleniyormuş kuruma her yeni gelen çalışanına. 6 Mayıs 2010 günü İstanbul Bilgi Üniversitesi çatısı altında gerçekleşen “Perşembe Konuşmaları”nın konuğu Yıldız Holding Genel Müdürü Zuhal Şeker’di. Zuhal Hanım konuşmasında Ülker’in sürdürülebilir projelerinden çeşitli örnekler vererek şirketlerin bu tarz projelerde nasıl bir politika izlediklerini, kurumsal kimliklerinin bu projelerle neler kazanacağını ve de hedeflerini konuşma takipçileri ile paylaşmaya çalıştı. Özellikle son yıllarda bir çok şirketin de yaptığı gibi kültür-sanat ve spor alanında yaptıkları projelerle Türkiye’nin dört bir yanında çocukları çeşitli etkinliklerde markayla bir araya getirip aynı zamanda markanın o bölgedeki satış rakamlarını da değiştirmişler. Bu alanda özellikle araştırma yapmanın önemini vurguluyorlar. Yaygınlığın en önemli kıymetleri olduğunu defalarca dile getiriyor Zuhal Şeker. Neden çocukları hedef aldıklarını ise “Çocuk; gelecek demek.” sözleriyle açıklıyor. Özellikle Ülker Çocuk Sinema Şenliği ile bu yıl 17-18 Nisan tarihlerinde binlerce çocuk kurum tarafından seçilen bir filmi ücretsiz izleme fırsatı bulmuş. Kendilerince en sevindirici olay ise Anadolu’da sinemaya gitme oranının artması. Proje genel olarak çocukları kültür,sanat ve sporla bir araya getirme açısından takdiri hak ediyor. Fakat proje tam anlamıyla bir sosyal sorumluluk projesi olmamasıyla insanı tam anlamıyla projeye karşı övgüden alıkoyuyor. Çünkü bu tam bir kurumsal proje, yani karşılık beklenerek yapılan bir iş. Her ne kadar etkinlikler ücretsiz olsa da etkinlik sonrası dağıtılan markaya ait ürünlerle çocukları kendi markalarına bağlayarak yeni bir satış rakamı yakalama çabası içerisindeler. Zaten yaptıkları projeden çok arkasındaki stratejiden ne kadar gurur duydukları Zuhal Şeker’in hem konuşmalarından hem de işi anlatışından beli oluyordu.



NOT;

Etkinlik: Peşembe Konuşmaları.

Konu: Sürdürülebilir Projelere Şirketlerin Bakış Açısı.

Konuşmacı: Zuhal Şeker- Yıldız Holding Kurumsal İletişim Genel Müdürü.

Mekan: İstanbul Bilgi Üniversitesi

Buket Gonca GÜL

> Grup 4 <

ÜLKER’LE ÇOCUK OLMAK


“Ağaç yaş iken eğilir” atasözü tam da bu konu için söylenebilecek bir atasözü olabilir. Çünkü Ülker markası için de en önce çocuklar geliyor daha sonra Türkiye’nin her yerinde olmak. Biraz Ülker markasının neler yaptığından bahsedeyim.



Bir marka için sosyal sorumluluk projelerinde yer almak olmazsa olmaz bence. Hele ki Ülker gibi kendini kanıtlamış, ürünleri milyonlar satan bir marka kesinlikle bu şekilde olmalı ve böyle de olmuş zaten. Ülker çocukları ön plana aldığı için çocuk alanında sosyal sorumluluk projeleri hazırlamış. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde yapılan “ Perşembe Konuşmaları”nda Ülker’in Kurumsal İletişim Genel Müdürü Zuhal Şeker projelere başlamadan önce neler yaptıkları üzerinde durdu, bir projenin hazırlanmasında nelere dikkat edildiğini anlattı. En önce “araştırma” yapılırmış. Mesela çocuklar için sinema şenlikleri düzenleniyormuş. Bu projeye başlamadan önce dünyada sinemaya gitme oranlarına bakılıyormuş. Bu durum olmazsa olmaz. Çünkü proje hazırlamak ciddi bir mesele, projenin yarı yolda kalmaması için Ülker markasının da dünya üzerinden bir araştırma yapması önemli bu yönde. Sloganı ne kadar da “ Türkiye’nin Her Yerinde Olmak ” olsa bile, projeye başlarken Avrupa alanında bir araştırma yapması gerçekten hoş. Bu sayede rakiplerinin neler yaptığını görmüş olur. Çok sistemli bir ulaşım organizasyonuna sahipler. İnternetten, gazeteden, televizyondan her yerden ulaşıyorlar özellikle de çocuklara. Bence bu projenin çocuk odaklı olması takdire şayan. Çünkü hem kulağa sevimli geliyor ve göze hitap ediyor, hem de çocukların küçük yaşta sinema ya aşina olması sosyalleşmeleri bakımından çok yerinde bir seçim. En başta kullandığım atasözü bu cümle ile daha da anlam kazanıyor. Araştırmalarının sonucunda birçok ilde ilk defa sinemaya giden çocuklar olduğunu söyledi Zuhal Şeker. Bu nedenle iyi ve yerinde bir proje içinde bulunduklarını düşünüyorum. Bir de şöyle bir durum söz konusu: Ülker sinema salonu olmayan illere “ gezici sinema ” adı altında sinema salonu götürüyor. Yani her şekilde müşterilerini düşünüyor.



“ Neden çocuklar?” sorusuna “gelecek nesillerin gelişimine katkıda bulunuyoruz” diye cevap veriyor ama bence hala hayal kurabildiği için ve hala çocuk ruhunu yaşatabildiği için. Çünkü hayal kurabilen insan hala biraz çocuk kalabilen insandır.


Asiye ARIOĞLU
> Grup 4 <

Çarşamba, Nisan 21, 2010

KARL MARX’IN MANİFESTOSUNUN GÜNÜMÜZE YANSIMASI

Kral Marx’ın Alman sosyal bilimci Friedrich Engels’le birlikte yazdığı ve 1848 de tamamladığı ‘’Komünist Menifesto’’ ‘’kapitalizim, kendini yok etmeye yol açacak içsel dinamikler yaratacaktır tıpkı feodalizm gibi…’’ cümlelerle başlar.
Yirmi birinci yüzyılın ekonomik gidişatı Marx’ın haklılığını ispatlıyor. Dünya da ki ekonomik krizin nedenlerini anlamaya çalışan kapitalist iktisatçılar Marx’ı okumaya başladılar.

Bir zamanlar 90’lardan sonra Beyazıt Meydanı’nda üç dört milyona satılan sosyalist yayınlar tekrar kitapçıların raflarında en baş köşede yerlerini aldılar, bu kitapları okuyan okuyuculara dudak bükerek bakanlar bu gün o kitaplardan örnekler vererek konuşuyorlar.
Bu durum bir dönem Nazım Hikmet’i ülke haini olmakla suçlayan politikacıların,günümüzde Nazım’ın şiirlerine can simidi gibi sarılmalarına benziyor.
Yaklaşık bir ay önce Pera Müzesin’ de seyrettiğim, Philippa Diaz ‘nın yönettiği ‘’Yoksulluğun Sonu mu? ‘’adlı belgesel film Afrika’dan Latin Amerika’ya yoksul mahallelerde çekilen film, yoksulluğun gerçek nedenlerini gözler önüne seriyordu. Kapitalizmin ayakta kalmak için insanları doğal kaynaklardan ve topraklarında nasıl uzaklaştırıp yoksullaştırdığını gösteriyordu.

Belgeselde dünya çapında aldıkları kararlarla önemli yer teşkil eden kişilerle röportaj yapılmıştı. Bu kişiler yoksunluğun ve borçlandırmanın nasıl bilinçli olarak planlandığını anlatıyorlardı. Hatta konuşmacılardan biri Marx’ın ‘’Dünyanın bütün işçileri birleşin’’sözünü onaylarcasına Brezilya’da halkın sokaklara dökülerek sularının özelleştirlmesine karşı, nasıl bir mücadele verdiklerini ya da Brazilya başkanın Lula Silva’nın toprak reformunu başlatma hikayesini anlatıyordu.
Yoksulluğun kader olmadığını istenirse değişebileceğini sömürenlerin ağzından duymak Marx’ı bir kez daha haklı çıkartıyor.

NURSEL DOĞAN
> Grup 4 <









Salı, Nisan 06, 2010

SEVGİLİYE MEKTUP

Sevgilim, bana kendini anlat diye yazmışsın. Sen de bilirsin ki insanın kendinden bahsetmesi zor,

hatta zanaatkarlık ister ama yine de senin için deneyeceğim. Öncelikle insanı tanımlayan, kimliğini

oluşturan ismim den ve yüzümden başlamak istiyorum. Yüzüm yuvarlak, yüz hatlarım

serttir. Bazen ben bile korkarım yüzümdeki sertlikten, ten rengim tıpkı buğday tanesinin rengi gibidir.

Yalnızlığımı, sevincimi, hüznümü ele veren gözlerim, yeşille mavi arası bir renk. Şehirliler bu

renge çakır göz derler, benimde de gözlerimden dolayı annemler ve köydekiler bana Çaxe diyorlar.

Kimse Nursel’i bilmez. Ben ilkokulu bitirdiğimde babam ortaokula yazdırmak için nüfus cüzdanımı

çıkardığında memura adımı Çaxe diye yazdırmak istemiş memur yazmamış Çaxe diye isim olmaz

(o zaman Kürtçe isim yazmak yasakmış ) gel senin kızına Nursel adını verelim demiş. Babam

ben Nursel Mursel bilmem demiş, benim kızımın adı Çaxe. Bu bendeki çift isim olayı bazen hoş

süprüzlerede neden oluyor, hatta bir gün beni bir arkadaşım aramış Nursel ile görüşebiliryim diye,

bizimkiler Nursel diye biri yok yanlış numara demişler. Unutmuşlar kimlikteki adımı,

benim bile ismimi algılamam zaman aldı, ortaokula yazıldığım dönem okulun ilk dönemlerinde

hocalarım Nursel dediğinde hemen tepki veremezdim. Bazen fırça yerdim hocalardan, niye cevap

vermiyorsun diye.


Sevgilim sakın gözlerimin gökyüzü mavisi gibi parlak ve aydınlık baktığını düşünme, onlarda

ismimdeki ikilik gibi hayata hep ikircikli ve ürkekçe bakıyorlar. Dudakalrım dolgun ve kırmızı ama

annesinin memesinden kesilmiş çocuk gibi somurtkandırlar. Burnum ince ve kemikli, bence burnumda

ki kemik yüzümdeki sert ifadeyi tamamlıyor. Sevgilim en sevdiğim yanım küçücük kulaklarım,

kulaklarımla şarkıcı Mercedez Sosa’nın buğulu sesini duyduğumda içimdeki çığlığı duyar gibi

oluyorum.

Canım sevgilim bana saçlarından bahset diye yazmışsın, saçlarım eskiden uzun ve lüle

lüleyd. Ben küçükken annemin kucağına oturur annem onları tek tek örerdi ve annemle birlikte

saçlarımın ucuna papatya çiçeklerini takardık, sonra bu çiçeklere sevdiklerimizin isimlerini

verirdik, saçlarım artık lüle lüle değiller ve uçlarında papatya çiçekleri de yok.



NURSEL DOĞAN

> Grup 4 <

İstanbul, seyyar satıcılıar- çocuklar, oyunlar.



Benim en çok sevdiğim kimselerdi onlar çocukluğumda,

daha sokağın başında görür görmez

para versin diye,

pencereye koşup başlardım anneme ağlamaya.

Benim hatırladıklarım,

Mısırcı, simitçi, kumaşçı, sütçü, kalaycı,

macuncu, şekerci, baloncu ve salıncakçı.

En çok dönen salıncağı severdik biz,

sıramızı savdıktan sonra

ağzımız kulaklarımızda,

öte mahalleye giden salıncakçının peşinden koşar

başka çocukları seyrederdik dönerlerken.

Misket oynamaktan sıkıldığımızda

çamurdan köfteler yapıp seyyarcılık oynardık arkadaşlarla

ve kafamızdan aşağıya su dökülene kadar devam ederdik bağırmaya.



İstanbul'un seyyar satıcıları,

hatırlarımın en güler yüzlü fotoğrafları onlar,

çocuklara balon, kadınlara kumaş, çarşaf, yorgan satarlardı.

İsim isim sayardık hepsini, hiç değişmezlerdi.



Tek katlı evlerin yerini

tek düze binalar almaya başladı,

sokakta oynayan çocuklar kayboldu,

oyunlar unutuldu, misketler akvaryumlara düştü.

Seyyar satıcılar, büyük caddelere taşındı,

belediyeden kiraladıkları zemine zincirli arabalarıyla

dükkancılık oynamaya başladılar zamanla.

Şimdi karşılaştığım hiç bir satıcı gülümsemiyor,

çoğu zaman merhabaya bile karşılık vermiyorlar.



Hala mahalle mahalle gezenleri vardır elbette

ama yok denecek kadar az sayıları.

En çok maç günleri stadyum civarında köfte, bayrak satanlar,

kahve kahve gezen simitçiler, ciğerciler.

Hala mahalle kalmış semtlerde gezinen zerzevatçılar.



İstanbul'un seyyar satıcıları,

varlıklarıyla bu şehrin fotoğrafından uzun yıllar göz kırptılar bize,

zamanla teker teker kaybolmaya devam edecekler,

büyük caddelerde, belediyeden izinli,

zincirli arabalarının başında

dükkancılık oynamaya devam edecekler.


Evrim GEZDİREN
> Grup 2 <

Lokomotif ve bir sanat eseri arasındaki bağlantı

Demokratik fikirler, özgür düşünceler ortaya atılırken, sosyal adaletten söz edilirken, reformlar yaşanırken ve bunlar sayesinde Avrupa kültürü değişime uğrarken, başka bir güç sessizce etkisini göstermeye başladı. Makineleşmeye geçiş önce iş hayatında olan insanları ilgilendirmiş, işlerini kolaylaştırmış gibi görünse de kısa zamanda bütün dünyayı etkisi altına alacak kadar büyük bir potansiyele sahipti yaratılan şey. Buharla çalışan lokomotifin icadı 1830lara denk geldi ve bu icatla bireylerin hayat tarzı ve düşünceleri değişime uğradı. Buharla çalışan, raylar üzerinde hareket eden bu makine, bir yerden bir yere ulaşımı sağlamanın ötesinde birçok şeye etki etti. Yeni ve alışkın olunmayan bir seyahat aracı olduğundan çok kazalar yaşanmış, bu kazalardan biri de Paris - Versay hattında olmuş ve büyük can kaybı olmuş. Lokomotif kullanılmaya başlanmasından sonra uzun yolculuk yapan kişilerin konaklaması için hanlar kurulmuş, yolcuların dinlenmeleri, yemek yemeleri ve türlü ihtiyaçlarını giderebilmeleri için her türlü imkana sahip mekanlar açılmış. Demiryolları için de çalışmalar yapılmaya başlanarak sinyal sistemleri kurulmuş, istasyon şefi, işaretçi, hat denetleyicisi, frenci, kondüktör, olası yangınları söndürmek üzere görevlendirilmiş itfaiye olarak iş görecek insanlar hizmete alınmış. Lamartine, bu rahat seyahatte karşılıklı oturan, birlikte uzun yol giden kişiler arasında yapılan konuşmalara, bilgi alışverişine, sosyalleşmeye dikkat çekmiş, hatta bu yolla uluslararası barışın doğabileceğine ihtimal vermiştir. 1840'larda bu icat, birçok sorun ve masrafı da beraberinde getirdi. Çok sayıda hat projesi yapıldı, çoğu hayata geçirildi, davalarla uğraşıldı, birçok şehir tahrip edildi, kasabalar çevrelerinden ya da içlerinden geçen trenlerden rahatsızlık duydu, kömür ve demir ticareti patladı... Lokomotifin icadı takdir edilen, beğeni toplayan bir yenilik oldu. Endüstri devrinin ürünleri arasında trenden ve tren kültüründen esinlenilerek yazılan tasvirler, şiirler gösterilebilir. Tren düdüğünün sesi, işaretçi, yakınını bekleyen insanlar, bekçi fenerleri bu öğelere örnek gösterilebilir. Tren aynı zamanda günümüz edebiyatının varoluşunun bir parçası. 19. yy. boyunca örneklerini görmek mümkün. Zola'nın 'Human Beast', Hardy'nin 'The Journeying Boy' örneğin. Frith'in 'The Railway Station' adlı eseri de o dönem ruhunu taşır. Demiryollarının yapımı mimari sanatını da doğrudan etkilemiştir. Tren geçişine uygun yollar bulmak, o yola uygun, düzgün şekilde binalar inşa etmek, mimari sanatının değişimlere uğramasını kaçınılmaz kılmıştır. Bir kültür ürünü olarak trende kullanılmak için icat edilen 'bilet' de o dönemde ortaya çıkmış, 1838'lerde kullanımı son derece yaygınlaşmış, adeta dünyada patlama yaratmıştır. Günümüzde tren, Avrupa'da bayağı bir kolaylık sağlayan, konforsuz bir taşıt olarak çağrışım yapmakta. Türkiye için ise hızlı, trafiğe maruz kalmadan ilerleyebilen toplu taşıma aracı tanımından öte bir şey değil.



Kaynak: From Dawn To Decadence, Jacques BARZUN.


Buyçe YEŞİLBAŞ
> Grup 2 <

KASSAS

Kassas oyununun tasarım ve yönetimi Övül Avkıran ve Mustafa Avkıran'a ait. Oyunun adının Kassas olmasının sebebini şöyle açıklamışlar : "Eski zamanlarda Kassas, kafasından hayali hikayeler anlatan, anlattığı hikayeye kendisini de katan ve kıssadan hisse çıkartan gezgin anlatıcılara denirmiş. İstanbul'un şimdiki Kassasları olsa olsa seyyar satıcılardır dedik, İstanbul kazan biz kepçe peşlerine düştük". Gerçekten de macuncusundan çiçekçisine, kalaycısından şerbetçisine hepsinin ayrı ayrı hikayeleri var. En üzücü olan ise bu insanların senelerdir İstanbul'da olup anca ekmek parası kazanabilmeleri, içinde yaşadığı ve şu anda 2010 Kültür Başkenti ilan edilen İstanbul'un boğazını, Topkapı Sarayı'nı, Gülhane Parkı'nı görmemiş olmaları. Çoğu tiyatroya, sinemaya hiç gitmemiş. Bu hikayeleri onların ağzından dinlemek çok etkileyiciydi. Öyle gerçekçi, öyle samimi konuşuyorlardı ki onlar gülünce izleyici de gülüyor, onlar derdini söyleyince izleyici o üzüntüyü paylaşıyordu, karşı karşıya sohbet eden iki insan gibi. Çok şey değil, sadece rahat bir yaşam, kiradan kurtulmak, çocuğunu görebilmesine yetecek kadar para kazanmak,sayesinde 3 5 kuruş kazanabildiği arabasını rahatça, zabıta korkusu olmadan güzel bir yere açıp o akşamın yemek parasını
çıkarmak... istedikleri bunlardı. Konuşmaların kağıttan okunmasına gelince. Bence bu oyunun büyüsünü riske atmamak için yapılması gereken birşeydi. O kadar çok ve uzun şeyler söylendi ki. hatta bazıları sayısaldı, unutulması halinde o sürükleyicilik uçar giderdi. Zaten onların konuşmaları da çok şey değiştirmedi. Biz her şeyi en duru haliyle seyyar satıcılarımızdan öğrendik yine, tertemiz Anadolu insanından. En son hepsine teker teker nereden geldiklerini sordular, hepsi doğduğu yeri söyledi. Ardından İstanbulluyum dedirttiler ve onlar da gururla İstanbullu olduklarını söylediler teker teker. Bu gururu taşımakta haklılar hepsi İstanbul'un birer kültür öğesi. En basit örneğinden yazın sokakta bir mısırcı, kışın kestaneci, bozacı görmezsem moralim bozulur benim. Onların bize, bizim onlara ihtiyacımız var.

Buyçe YEŞİLBAŞ
> Grup 2 <

Cumartesi, Mart 06, 2010

Rousseau Çıldırmış Olmalı

Bu yazıyı okuduğumda anlam veremediğim yanlış mı algılıyorum dediğim bir çok yer ve cümleler vardı. Çünkü bu adam resmen tiyatroya savaş açmış ve günümüzde ne kadar gerekli olduğunu düşündüğümüz sanatın aslında ona göre gereksiz ve zararlı olduğunu öğrendiğimde çok şaşırdım.
Rousseau'ya göre tiyatro toplumun ahlakını bozduğunu ve insanları melankoliye sürüklediğini söylüyor. Ama bu günümüzde bazı dizilerde bu şekilde olmaktadır. Hala yayınlanmakta olan bir çok dizi topluma zararlı ve ahlak dışı konuları yüzünden rahatsız edici boyuttadır. Ama tiyatro herzaman insanların sonunda bir ders aldığı çoğu zaman eğlenceli oyunlardır ve hiç bir zaman tiyatronun zararlı ve ahlak dışı olduğunu düşünmedim. İyi kötü, yaşamda var olan her çeşit kişiliği insan önüne seren; günlük hayatta başımıza gelen her türlü olaydan, her türlü sorunumuzdan bahseden, bunları bize canlandıran insan topluluğu tiyatronun nasıl bize kötü örnek olacağını ve bizi bozacak, yanlış etkieleyecek kurumlar olduğunu düşünebilirizki?
Tiyatro bizim yaşadıklarımızı bize göstererek, canlandırarak bize hatalarımızdan bir ders çıkarmamızı ve yaptığımız yanlışların dışardan nasıl göründüğünü gösteriyorlar. Ben kısacası Rousseau'nun bu yazısını görünce şok oldum ve ilk defa tiyatronun zararlı olduğunu düşünen bir insanı gördüm. Bunun aksine tiyatro gerçekten her dönemde gerekli değeri görmeli ve yaşamalıdır.

Anıl Akif Bölükbaş

> Grup 4 <

Çarşamba, Mart 03, 2010

OPERA VE TÜRKLER

Opera nedir? Ansiklopediler şöyle tanımlar “opera”yı: “Sözlerin tümü ya da büyük bölümü şarkı olarak söylenen, müziğe uygulanmış sahne yapıtı ve baştan sona bestelenmiş sololu, orkestralı sahne oyunu.”(1)
Opera anayurdu İtalyada, mısraları Renuccini tarafından yazılan ve Peri tarafından 1594’de bestelenen “Dafne” adlı opera eseri ile ortaya çıkmış ve bu çıkış sanat çevrelerinde büyük heyecan uyandırmıştır.(2) Bununla birlikte İtalyan Operası Avrupada hızla yayılmış ve birçok Avrupa ülkesi operanın etkisi altına girmiştir. Bu Avrupa ülkelerinden birisi de Fransa’dır. Fransada opera zevki 1645 senelerinden sonra ülkeye gelen İtalyan truplarının etkisiyle uaynmıştır.(3) 1671’de ilk opera binası “Académie Royal de Musique”, Cambert adlı bestecinin Pomone adlı eseriyle açılmıştır. Fransada başlayan bu opera merakı, Osmanlı elçilerinin Fransada bulundukları dönemde operaya şahit olmaları ve tanımalarıyla, geri döndüklerinde yaşadıklarını padişaha iletmeleriyle Osmanlı’ya da bulaşmış hatta en önemli opera eserleri İstanbul’a getirtilmeye çalışılmıştır. Peki elçiler operayı nasıl anlatmışlar? Yirmisekiz Mehmet Çelebi tuttuğu günlükde şöyle der: “Paris şehrine mahsus bir oyun var imiş. Opâre derler imiş. Acaip san’atler gösterirmiş. Şehrin kibarları varırlar, vasi dahi ekseriya varır, kral bile ara sıra gelir imiş.”(4) Zaten kralın gitmesi operayı daha da önemli bir hale getiriyor sanırım o dönem için. Böylece III. Murad döneminde (1574-1595) sarayda ilk müzikli oyun sergilenmiştir. Aslında kayıtlara göre Türkiyede ilk opera III. Sultan Selim tarafından davet edilen bir İtalyan topluluk tarafından 1797 Mayıs ayında sahnelenmiştir.(5) Hatta opera merakı öyle artmıştır ki Tanzimat’tan sonra Verdi’nin, 1846 yılında bir İtalyan opera grubu tarafından Beyoğlunda oynanan “Ernani” operası bu merakın ve ilginin en büyük kanıtlarından biridir.
Aslında operaya olan bu ilginin altında elçilerimizin operayı asillerin ve aydınların eğlencesi olarak nitelendirmesi, kadın ve erkeklerin birarada bu eğlenceye geldiğini ve herkesin mücevherden yapılmış giysiler giydiğini belirterek nasıl bir gelişmiş kültür, abartı ve modernizmin olduğunu vurgulaması, yavaş yavaş Avrupa hayranı olmaya başlayan, özellikle Fransa’ya olan hayranlığını gizlemeyen Osmanlı hükümdarları için “opera” olmazsa olmaz hale gelmiştir. Onlar da o gelişmiş asil seviyeye ulaşmalı ve hiçbir yenilikten ve de sanattan geri kalmamalıdır. Bu tavrın etkileri özellikle Lale Devrinde karşımıza çıkar. Sadece operalar getirtilmekle kalmaz ayrıca dönemin padişahları birçok opera eserine de konu olur. Özellikle Kanuni Sultan Süleyman’ın konu edildiği birçok oyun, opera eseri vardır. Örneğin; Soliman Second ou les Trois Sultanes.(6) Yani opera asillerin asil eğlencesidir.

Kaynaklar:

1.www.yeniforumuz.biz/osmanli-doneminde-opera
2. mitoloji.info/operanin-tarihi.nedir
3. mitoloji.info/operanin-tarihi.nedir
4. Rado, Şevket; Pariste bir Osmanlı sefiri
5.www.sahneden.com/arsiv/aralık03
6. And, Metin; Tiyatro,bale ve opera sahnelerinde Kanuni Süleyman imgesi, Dost Yayınları




Buket Gonca Gül

> Grup4 <






Rousseauo'a Cevap

Gerçekten de tembellik yani "atıl olmak" bizi kendimize yük edecek duruma getirir.Bu fikre katılmamak tam bir deliliktir.
Nedense insanlar bunu gereklilik gibi görmektedir.Zaten o boşluğu dolduramayacakları için onlara yük olacaktır.Sözün kısası yüzlerini eskitmemek
için tiyatroya ara veren oyuncuların ;bizi onları hatırlamamaya iteceği kesindir.
Eğlencelerin kaynağına indiğimizde ;evet aslında demokrasi eğlenceye önayak olur.Fakat eğlenceyi(tiyatroyu) ortaya çıkaran insan
topluluklarıdır.Hepimizin bildiği gibi tiyatro günümüzdeki en eski sanat dallarından biridir.Tiyatro daha demokrasi kavramı yokken çıkmıştır ortaya.
Burada demokrasinin en büyük rolü tiyatroyu desteklemesidir.Örnek verecek olursam; "YALAN" evrenin var olmasıyla ortaya çıkmıştır ve birini kandırıp yalan söylerkende aslında tek kişilik dev bir oyun oynarız kendi sahnemizde.
Bu tür oyunları oynayabilmek hangi tür insanlara uygundur derseniz eğer;bu işe sonuna kadar sıkı sıkıya bağlı olan insanlar derim.Şimdilerde sizin dediğiniz gibi mutlu insanların açık havada, aynı gökyüzü altında size mutluluğun tatlı duygusallığını verebilecek festival alanları yok ne yazık ki. Bu işe yürekten bağlı insanlar bizlerde unutulmayacak izler bıraksınlar ki tiyatro eski popülerliğini geri kazansın.Siz tiyatro insanları kısıtlamalar sizleri durdurmasın. İzin verin sanat güneşi sizin masum eğlencelerinizi aydınlatsın.

Peki nedir bu eğlencelerin amacı?Sizinde dediğiniz gibi ;bu eğlenceler yapılsın ki herbiri diğerlerinin içinde kendisini görsün ve sevsin böylece birbirlerini daha çok sevsinler.


HANDE Y. AĞDAŞ

> Grup 4 <

Salı, Şubat 23, 2010

SOKRATES OLMAK GÜZEL ŞEYMİŞ


M.ö 399 yılında Atina'da bir hücrede geçer hikaye ve hücrenin içinde açılır perde. M.Ö. 399 yılında Atina'da yaşananlar şekil bile değiştirmeden 2010 yılının kültür başkenti diye övündüğümüz İstanbul'umun hücrelerinde de yaşanıyor... Düşünmek büyük suç, hala birileri korkuyor konuşmaya ve hatta düşünmeye. M.Ö. 399 yılında olduğu gibi kralın işine gelmeyen cümleler ölüm cezası ile sonuçlanıyor. Geçen asırlar içinde tek değişiklik ise ölüm cezasının, ömür boyu hücre cezasına dönüşmüş olması. Eğer düşünmeyip eylem ile sonuçlandırdıysanız suçunuzu size ait bir adanız bile oluyor,eğer sadece düşündüyseniz ne adası hücre bulursanız şanslısınız.

Sokrates M.Ö 399 yılında halkı bilgilendirdiği için ölüm cezasına çarptırılır, son gecesinde gardiyan zehrini hazırlarken Sokrates'in bir kaç cümlesi ile düşünebildiğini anlar fakat bazı insanların düşünebilmesi bile tehlikelidir. Sokrates'in karısının onu kaçırmak için gelmesi ile artık hücrede iki tane Sokrates vardır. Dönemin bazı düşünürleri sadece karlın istediklerini düşündükleri için o hücrede değildirler. 2 Sokrates birbiri ile konuşurken kendimi de hiç yabancı olmadığım bir konuşmanın içinde buldum, oyun dün yazılmış da bugün oynanıyor gibi bir kaç isim değişikliği ile replikler değişmeden bire bir günümüze uyarlanabilir sorunsuzca.

Sokrates'in karısı o zamandan bu zamana değişmeyeni özetler: tek düşünebilen canlı olan insan neden öldürür birbirini? O sırada iki Sokrates kavga etmektedir ve bu kavga sırasında Sokratesler aşık oldukları kadının ölümüne sebep olurlar. tam bu sahne esnasında Küçük İskender'in "hiç bir silah yaralamaz insanı başka bir insan olmadan" sözü geldi aklıma. Kendi içimizdeki bizle kavga ederken en sevdiklerimizi öldürüyoruz galiba istemden. Sokratesler son horozda öttükten sonra balaban zehrini içerek hayatlarına veda ederler... düşünebildikleri hayatlarına...

Yüzyıllar geçsede değişmeyecek tek şey düşünmenin büyük bir suç olduğu helede iktidarın istemediğini düşünüyorsan ölmekten başka şansın kalmıyor.


M. AYSİMA DÖŞEREL

> Grup 4 <

Pazar, Ocak 24, 2010