Hesiod metinleri, insanlığın kendi var oluşlarının başlangıçlarını aramaya başladıkları bir döneme ait metinler olarak karşımıza çıkıyor. İnsanların varoluşunun daha üstün bir gücün varlığından kaynaklanması gerekliliğine inanmış olması ve bu üstün gücün yada güçlerin yine insan kişilik özellikleri ile donatılmış olması bana Nietzche'nin "insanca çok insanca" tespitini çağrıştırıyor.
Metinlerde anlatılan hikayeler insanlığın iktidar, aile, savaş, sevgi, acı vb. temel eylem ve hislerinin bir yansımasını ortaya koyuyor. Kronos'un babasının penisini annesinin hazırladığı bir tertiple kesmesi ve bu sayede iktidara sahip olabileceğini kanıtlaması ve daha sonra kendisinin de benzer bir sonla karşılaşacağını bilmesi, buna rağmen iktidardan vazgeçmemek için kendi çocuklarını bile yemesi, o dönemden günümüze iktidara sahip olan kişilerin egoları ve ruh halleri ile ilgili değişmeyen bazı gerçeklerin var olduğunun kanıtı gibi. Ancak yine bir tertip ile kurtarılan ve büyüyen Zeus'un daha sonra babası tarafından onurlandırılması, aynı zamanda adil bir iktidarın yeri geldiğinde nasıl olması gerektiği ile ilgili ip uçları barındırıyor.
Genesis ile çok tanrılı inanıştan, tek tanrılı inanışa geçiş dönemini görmekteyiz. Genesis'te anlatılan başlangıç hikayesinin, Hesiod'un metinleri ile taşıdığı benzerliklerlikler dikkat çekici. Hesiod'un bahsettiği yer ile gökyüzünün birleşmesi, gündüzden önce gecenin var olması ve yine bu tanrısal güce insansal egoların ve yeteneklerin yüklenmesi yine insanın varoluşunu anlama çabaları içerisinde kendi acizliklerini tanrıya yüklemesinin açık bir örneği gibi sanki. Genesis'te, insanın kat ettiği bilimsel yolun aynı zamanda inanç evrimine yol açtığı, bu evrimin tanrısal inancı, dolayısıyla tanrıyı da evrimleştirdiği tezini destekleyen bir yapı olduğunu düşünüyorum.
Bu bağlamda derslerde ele aldığımız bu iki metin bizlere antik toplumlar ve günümüz toplumu arasındaki bağları ve inanışların nasıl evrimleştiğini gözlemlememiz açısından çok önemli ve belki de kanıt niteliğinde iki metin olarak önümüzde duruyor.
Geçen hafta izlediğimiz ve üzerine uzun uzun tartıştığımız Umberto Eco'nun aynı adlı kitabından uyarlanan "The Name of the Rose" filmi bize ortaçağ düşünce sistemi ile şüpheciliğin ve sorgulamanın yani bilimsel düşünme sisteminin çarpışmasına güzel bir örnek sunuyor. Filmde yer alan neredeyse bütün karakterler bir düşünce modelini temsil ediyor diye düşünüyorum.
Bu bağlamda William'ın Fransiskan cemaatinin bir üyesi olması bir tesadüf değil tabiki. Fransiskan cemaati papalık ile aralarında sorunlar bulunan bir cemaat olarak, en temelde o dönemde genel geçer olan düşünce yapısına bir baş kaldırı olarak yorumlaranabilir. Bu baş kaldırının örneğini de filimdeki tartışma sahnelerinden görebiliyoruz. Hem William'ın kör rahip ile yaptığı tartışma, hem de Fransiskan cemaatinin önde gelenlerinin Papalık önde gelenleri ile yaptığı tartışma bunun en güzel örneği. Ancak göz ardı edilmemesi gereken Hem William'ın hem de Fransiskanların o dönemin mutlak iktidarlarına karşı yapılan bu tartışmalarda hep bir korku içerisinde savlarını öne sürmeleri bir yandan baş kaldırıken bir yandan da mevcut otorite ile anlaşma yollarına gitmeye çalışmalarıdır.
"The Name of the Rose" bize sorgulamayı, düşünmeyi, bakmayı değil görmeyi, görünenin arkasındaki gerçekleri bulmaya çalışmanın önemini anlatıyor...
Emrah Kara
> Grup 2 <
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder